İnsanın kendi hayatının değiştiğini kabul etmesi nedense çok zor oluyor. Yaşamının merkezindeki şey değişmiş olsa bile, yine de “her şey yeniden eskisi gibi olacak” inancından bir türlü kendini kurtaramıyor. Hani Şems-i Tebrizi’nin meşhur “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” deyişindeki gibi... İnsan altlar-üstler birbirine karışmasın istiyor. Yeniliğe, değişime direniyor.
Bunu aklıma getiren, koronanın yeni varyantı ‘Eris’in ortaya çıkışı oldu (Malum; İngiltere Sağlık Güvenliği Ajansı koronanın Omicron varyantının alt türevi Eris’in ülke genelinde hızla yayıldığını duyurdu). Pandemi döneminde ve sonrasında virüs her mutasyona uğradığında, hep bir “Ne zaman normale döneceğiz?” sorusu gündemde olageldi. Her şey ne zaman eskisi gibi olacak? Bunu sorup durduk ve gündemde salgın olmadığı her an sanki bunları hiç yaşamamışız veya bir daha hiç yaşamayacakmışız gibi davrandık. Oysaki şunu görmekten kaçıyoruz: Dünya artık daimi bir pandemide! Dolayısıyla artık yeni bir normal var ve buna da ne kadar çabuk adapte olursanız, o kadar rahat edersiniz. Peki ne mi bu yeni normal?
DOĞADAN KOPARILAN HAYVANLAR
Şöyle ki: Bu bitmek tükenmek bilmeyen salgın silsilesinin asıl sebebi, doğayla kurduğumuz hiç “doğal olmayan” ilişki. Biliyorsunuz, korona, Çin’de sokaklara kurulan hayvan pazarlarında satılan ve yenilen yarasalardan kaynaklandı. Yani aslında yaban hayvanları olmaları gereken yerden -doğadan- alıkoyup hijyenik ve doğal olmayan şartlarda insanla iç içe getirmekten… Zaten yarasanın virüs taşımasının sebebi de bu. Uzmanlara göre; hayvanların doğal ekosistemlerinin tahrip edilmesi, ormansızlaşma, yaban hayvanların yasa dışı veya kontrolsüz ticareti; virüs gibi patojenlerin hayvanlardan insanlara geçme ihtimalini yükseltiyor. Dahası, doğal yaşamdan koparılan hayvan türlerinin bulaşıcı hastalığa sebep olma ihtimali tam 2 kat daha fazla oluyor.
Birçok bilimsel rapor da -korona benzeri- hayvandan insana bulaşabilen hastalıkların alarm verici hızda arttığını gösteriyor. Böyle giderse, daha çok sayıda benzer virüs ve salgın göreceğimiz aşikar. Bir diğer deyişle, insan doğaya bu derece hükmetmeye ve onun dengesini bu derece bozmaya kalktıkça, işte sonuç ortada: Kendi doğası da bozuluyor.
YOK OLUŞ
Düşünün ki; geçtiğimiz 40 yılda yeryüzündeki tüm omurgalıların yüzde 40’ı yok olmuş. Karasal alanların 4’te 3’ü ya kirlenmiş ya da zarar görmüş. Sulak alanların da 3’te 2’si harap olmuş. Türkiye geçen 50 yılda 1.3 milyar metreküp su havzası kaybetmiş. Ki bu, 3 adet Van Gölü demek. 1900 yılına kadar dünya nüfusu 1 milyar iken, sadece son 100 yılda buna 7 milyar daha eklenmiş. Bu muazzam nüfus artışına bir de insanların bu korkunç sömürüsünü ekleyin. İnsanoğlunun yarattığı bu muazzam tahribatın ve doğa üzerinde kurduğu baskının tabii ki birtakım sonuçları olacaktı. Salgınlar da bunun tezahürü işte…
HIZLANDIRILMIŞ KRİZ
Aslında iklim krizinin yıllardır yol açmakta olduğu, yakın gelecekte ise çok daha sert göreceğimiz sonuçlarını korona vesilesiyle hızlandırılmış şekilde yaşadık. Birgün zaten kirlenen hava yüzünden (Çin’de yıllardır olduğu gibi) sokağa maskeyle çıkmak zorunda kalacaktık. Ya da iklim krizinin yol açtığı yüksek sıcaklık dalgaları, şiddetlenen seller ve kasırgalar yüzünden yine birgün mutlaka evlerimize kapanmaya mahkum olacaktık. Yani çevre krizinin belki 10 yılda sebep olacağı ölüm vakalarını ve hayatımızdaki değişiklikleri, korona sadece 10 günde yaşatmış oldu bize. Bu sayede de “iklim/çevre krizinin” bizden bağımsız, dışarıda bir yerlerde var olan bir kavram değil, bizzat hayatlarımıza dokunan ve dünyanın sonunu getiren gerçekler olduğunu gördük.
BUNDAN SONRASI İÇİN
Benzer pandemilerin oluşmasını engellemek için maalesef geç kaldık. Ama en azından yaşadığımız gezegenin yok olmasını önlemek için ekosistemimizi onarma şansımız hâlâ var. Bunun yolu da düzeni daha doğal hale getirmekten geçiyor. Yani yenilenebilir enerjiyi daha çok kullanmaktan, atıkları değerlendirmekten, sadece para odaklı ekonomik büyüme planından çıkmaktan, insanların dünyayı sömürerek değil onun süreceği şekilde yaşamasını sağlamaktan geçiyor... Bir diğer deyişle; doğayla ilişkimizi yoluna sokmaktan, doğal haline getirmekten… Bunun için de ülkelerin kendi içlerinde yasalar çıkarıp işi sıkı tutmaları, uluslararası arenada da ülkeler arası işbirliğinin güçlenmesi gerek. Zira devletler, küresel bir krizle tek başlarına başa çıkamadıklarını pandemide açıkça gördüler.
SON NESİL!
Unutmayalım: Bizler doğal hayatın tahribatının sonuçlarını bizzat yaşayan ilk ama bunu önleyebilecek son nesiliz. Zira bilimsel araştırmalar gösteriyor ki; bizler bir şey yapmazsak iş işten geçmiş olacak. Dünyamız salgınlarla bizi uyarıyor: Sınırdayız. Doğayla ilişkimizi acilen reset’leme vakti.