Sizce “lüks” nedir? Muhtemelen birçoğunuzun aklına pahalı bir çanta, çok yıldızlı bir otel, şatafatlı bir masa veya son model bir araba geliyor. Peki bu kelimenin Latince “lux (luks) yani “ışık” kelimesinden geldiğini söylesem… Lux “ışık” demek aslında. Tam da bu yüzden bu kelime önceleri çok ışık veren lambalar için kullanılırmış. Zamanla gösterişli avizeler için kullanılmaya başlanmış. Derken gösteriş, şatafat kavramlarıyla özdeşleşmiş. Yani kısacası bugün “gereksiz israf ve şatafat” gibi algılanan ve bir yandan özenilen lüks, aslında hakiki anlamından koparılmış. Sadece kelime kökeninden dolayı değil, gerçek lüksten çok uzaklaştığımız için de. Anlatayım…
GERÇEK LÜKS ÖZENDİR
Anneannelerinizi, babaannelerinizi hatırlayın. Gerçek kuş - kaz tüyünden yastıklar kullanırlardı. Şiltelerini keçeden yaparlardı, çünkü çok şifalıydı ve rahattı. Bir elbise için en “has” kumaşı tercih eder, onu özenle diker ya da diktirirler, dolayısıyla bunun için yani kendileri için zaman ayırır, o özeni gösterirlerdi. Ya da eski dönem şehir mimarisine bakın. Yapıların her bir köşesi ne kadar özenli ve de detaylar insanın içinde rahat yaşayabilmesi için ne kadar ince tasarlanmış. Kısacası son dönemlere kadar insanlar kendi hayatlarını dolduran detaylarda görüntüye değil, o “şey”in içeriğine göre yani çok daha bilinçli seçimler yapar; üretilen her “şey”e özel ihtimam gösterirlerdi. “Asıl lüks, ilk adımından son adımına kadar gerçekten dikkate alınmış bir elbisedir” diyerek bunu dile getiriyor tasarımcı Victoria Beckham, Beymen’in 50. yılını kutlamak için hazırladığı “Lüksün İzinde: Anadolu’da 500 Yıllık Bir Yolculuk” belgeselinde. Tam da buradan yola çıkarak belgeselde; gitgide azalan zanaatkârlığa, usta-çırak ilişkisine özel bir vurgu yapılıyor. Eskiden bir Mevlevi dedesinin bir saati 9 yılda üretmesi örnek verilerek, insanın kullanacağı “şey”e verilen değere atıfta bulunuluyor.
MADDİYAT DEĞİL, RUH HALİ
Bu toprakların kadim değerlerinin, kültürel mirasının peşine düşen ve Netflix’te yayınlanan, yapımını da DEPO Film’in üstlendiği belgeseldeki konuşmacılar arasında Osmanlı Sanatı Uzmanı Serdar Gülgün de yer alıyor. “Gerçek lüks güzel bir ceket değildir, daha iyi bir astarı olan bir ceket giymektir” diyerek bizi ne kadar yanlış yere baktığımızı fark etmeye davet ediyor. Sadece görünene, gösterişe, maddiyata değer yükleyerek işin özünden uzaklaştığımızı düşündürüyor. Asıl lüksün bize gerçekten iyi gelen ve iyi hissettiren şeyler yani bir ruh hali olduğunu, ama maddiyatı en üst mertebeye koyarak bu gerçeklikten ve dolayısıyla kendimizden ne kadar koptuğumuzu fark ettiriyor.
ZENGİNLİK=ÇOK-KÜLTÜRLÜLÜK
Belgesel, zenginlik ve lüks kavramlarına derinlik katıyor. “Ben ne kadar zengin olduğumu binlerce yıllık bir çeşmeden su içerken, farklı dinlere ev sahipliği yapmış kutsal bir mekânın kapısına dokunurken, surların tepesinden Samatya’yı seyrederken anlıyorum. Ne mutlu ki; sokağın sağ tarafında 2024’ü yaşarken, sol tarafında 1800’lerden kalma harika bir duvarla karşılaşıyorum” diyerek sahip olduğumuz, başka hiçbir toprakta bulunmayan muazzam zenginliği-lüksü özetliyor, dünyaca tanınan mücevher tasarımcısı Sevan Bıçakçı. Asıl değerin çok-kültürlülükte ve bu çok kültürlülüğün bize açtığı sonsuz derinlikte olduğunu söylüyor. Hem doğulu hem batılı oluşumuzun, 3 büyük imparatorluğa (Roma, Bizans, Osmanlı) binlerce yıl ev sahipliği yapmamızın; Horasan’ı-Tebriz’i-Bosna’yı aynı yerde birleştirmemizin verdiği, yani tüm dünyayı birbirine bağlayan topraklarda bulunmamızın sağladığı çokkatmanlı zenginliğin içinde yaşamak asıl lüks.
BİLDİĞİMİZİ BİLMİYORUZ
“Bu öyle bir hafıza sağlıyor ki bize, mutfaklarda kullanılan tariflerin zenginliğini başka hiçbir coğrafyada göremiyorsunuz” diyor bir İskenderunlu olarak, Türkiye’nin ilk Michelin Yeşil Yıldızlı şefi Maksut Aşkar. İşte bu zenginliği artık fark etmeye de bir çağrı geliyor, “Anadolu’nun biriktirdiği bilgi katman katman. Bana göre en büyük lüks budur. Ama hiçbirimiz farkında değiliz, kanıksamışız. Biz ne bildiğimizi bilmiyoruz” sözleriyle Serdar Gülgün’den.
* * *
Bir not da benden: Bana göre de en büyük lüks, bilmek. Ne yediğini bilmek. Kullandığın sabunun içinde ne olduğunu bilmek. Gördüğün bir bitkinin faydalarını bilmek. Bir ağaç gördüğünde bilmek. Tam da bu yüzden bu belgeselin tüm dünya ülkelerine ulaşmasını ve bu topraklardaki bilgeliği yaymasını diliyorum. Ama bunun yolu -Serdar Bey’in dediği gibi- önce bizim kendimizi bilmemizden geçiyor.