Gözden uzak olan gönülden de uzak oluyor maalesef. Bir şeyi gözleriyle görmeyince yok sayıyor insanoğlu.
Bahsettiğim şey, geçen sene hop oturup hop kalktığımız Marmara Denizi’ndeki müsilaj (deniz salyası). Denizin müsilaj kusmasıyla birlikte hepimiz çok üzüldük, çok korktuk. Resmen yüreğimiz ağzımıza geldi. Son zamanlarda yüzeydeki müsilaj görüntüsü azalınca ise, her zaman olduğu gibi mesele gündemimizden düştü. Sanki yüzeydeki kirlilik yok olunca, suyun altındaki durum da tamamen düzeldi. Oysa ki durum hiç de öyle değil.
BALIKLAR TÜKENİYOR
“Marmara Denizi’nde evet biraz yol kat ettik ama durum hâlâ korkutucu. Balıklarımız tükenmek üzere Verda Hanım! Ama farkında değiliz” diye haykırıyor Prof. Mustafa Sarı. Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Dekanı olan ve sık sık dalış yaparak hayatını mercanları kurtarmaya adamış olan bir deniz sevdalısı Mustafa Sarı.
“Deniz bizi daha fazla bekleyemez. Süngerler ve mercanlar tamamen öldüler. 2000’li yılların başında Marmara Denizi’nde yılda 80 bin ton balık avlarken, bugün 14 bin ton avlıyoruz. Dahası, birçok balık türü de yok oldu. Bu 14 bin ton içinde sadece 4 çeşit balık var!” diyor. Bu yıl palamut çok çıktığı için azalan balık miktarını fark etmediğimizi, konuşmadığımızı söylüyor. Haklı olarak hep anlık krizlere anlık refleksler verdiğimizden, bu yüzden kalıcı çözümler üretemediğimizden yakınıyor.
YÜKÜ AZALTMAMIZ LAZIM
Prof. Mustafa Sarı, “Acilen denizin yükünü azaltmamız lazım Verda Hanım” diyor. Bundan kastı, Marmara Denizi’nin 3 büyük yükü. Biri iklim krizi ve onun sebep olduğu deniz yüzeyindeki hızlı sıcaklık artışı. Bir diğeri; bu denizin ikili, durağan tabakası. Şöyle ki: Karadeniz’den akıntıyla aşağıya, Marmara’ya inen su çok az tuzlu. Dolayısıyla yüzeyde kalıyor. Akdeniz’den yukarıya çıkıp Marmara’ya akan su ise çok tuzlu, derine çöküyor. İşte bu iki farklı yapıdaki su arasında da durağan bir tabaka bulunuyor. Farklı suların birbirine karışmasını önlüyor. “İşte bu kalıcı tabaka müsilaj için maalesef ideal ortam sağlıyor” diyor Mustafa Sarı.
3’üncü yük ise, hızla artan kirlilik. “İlk 2 yükü biz değiştiremeyeceğimize göre; yani iklimi ve su yapısını biz etkileyemeyeceğimize göre… Yapabileceğimiz tek şey, kirliliği azaltmak. Marmara’nın sırtından bu yükü kaldırmak” diyor.
VUKUU KESİN, ZAMANI MEÇHUL
Düşünün ki Marmara Denizi’nin etrafında yaşayan 25 milyon insan, her gün evsel atıklarını bu denize akıtıyor. Türkiye’nin sanayi üretiminin yarısı da bu bölgede. Artıma tesislerinin çoğunun da -cezalara rağmen- atıkları arıtmadan denize boca etmeye devam ettiğini geçen sene bol bol yazmıştık.
“Evet biraz yol kat ettik. Geçen seneye kıyasla kirlilik azaldı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın hazırladığı 22 maddelik Acil Eylem Planı çok önemliydi ve tüm tarafları kapsıyordu. Ancak maalesef hızlı başlayıp yavaşladık. Plan kapsamında denetimler çok artmıştı, gece-gündüz sanayi kuruluşlarına ve tesislere baskın denetimler yapılıyordu. Bunlara devam edilmesi lazım” diyor Prof. Sarı.
2’ncisi; tam 1 yıl önce kasım ayında Marmara Denizi genel olarak koruma bölgesi ilan edilmişti. “Ancak bu yeterli değil. Daha küçük özel koruma alanları ilan edilmeli. Buralar avcılığa tamamen kapatılmalı. Bir de acil bir restorasyon planı lazım. Tıpkı orman yangını gibi bir felaket yaşadı Marmara Denizi. Onu restore etmek zorundayız” diyerek yaklaşmakta olan felakete dikkat çekiyor: “Bunları acilen yapmazsak, müsilajın tekrar yüzeye çıkması an meselesi. Vukuu kesin, sadece zamanı meçhul.”
BALIKÇILIK POLİTİKASI DEĞİŞMELİ!
Marmara Denizi, Akdeniz ve Karadeniz arasında biyolojik bir koridor olduğu için çok kıymetli ve benzersiz. O yüzden buradaki balıkçılık politikası acilen değişmeli, balıkçılık/avlanma yönetimi ciddi kontrol altına alınmalı. Ama sadece Marmara değil, tüm denizlerimizde bu gerekli. “Denizlerimiz kurudu adeta” diyerek durumun vahametini dile getiriyor Prof. Mustafa Sarı. 2000’li yılların başında Türkiye’de denizden yılda toplam 600 bin ton balık çıkarken, bugün bu rakam 300 bin.
Balık miktarındaki düşüşün tek sorumlusu ise kirlilik değil. Asıl sorun, yanlış avlanma. Daha doğrusu; geleneksel, küçük ölçekli balıkçılığın (KÖB) yerini endüstriyel balıkçılığın (EB) almış olması. Endüstriyel balıkçılığın açık denizlerde yapılıyor olması gerekirken, bugün kıyılara inmiş olması... Zira sudaki canlıların büyük bölümü kıyılara yakın yaşıyor. Endüstriyel balıkçılıkta kullanılan troller ve gırgırlar ise bu canlılara büyük zarar veriyor. Troller denizin dibindeki çok geniş bir alanda zemini tamamen kazırken, gırgır da çok geniş ölçekli bir ağa sahip yani çok büyük miktarda balığı birden avlıyor.
DENİZLE İLİŞKİMİZ DÖNÜŞMELİ
“Avrupa Birliği 2003’te balıkçılık politikasını tamamen bu yönde değiştirdi. Dünyanın en büyük balık pazarlarından Şili de 2014’te rotasını buna çevirdi. Biz daha hâlâ sadece soframıza, boğazımıza gelen balığa bakıyoruz. Oysa o balık denizin altındaki yüzlerce canlı olmasa soframıza gelemez. Denizle ilişkimiz değişmeden hiçbirşey değişmez!” diyerek sözlerini bitiriyor Mustafa Hoca.
Çok haklı, nasıl değişsin ki? Biz daha hâlâ denizi sadece yüzeyinden ibaret ve derinliğini yok sayıyorken, görünenin ardına bakamıyorken… Nasıl değişsin?