Hani bazen gün güzel başlar. Uykunuzu almışsınızdır. (Ki son yıllarda bu benim için ciddi bir lüks.) Can sorunsuz okula doğru yol almıştır. Gözünüzü açar açmaz işte sorun olduğuna dair bir mail gelmemiştir. Hatta gelen mailler sorunların hallolduğuna dair maillerdir. Hava soğuk olmasına rağmen güneşlidir. Yolda insanlar sinir içinde değildir. Dolayısıyla yedi ayrı şoförle kavga etmek zorunda kalmamışsınızdır. İşe sağ salim varmışsınızdır. Güzel bir Türk kahvesi eşliğinde yoğun ama fena olmayan bir güne başlamak üzeresinizdir. Derken bir haber okursunuz bir yerde. O haber sizden başka herkes için uyduruk bir haber, bir dedikodu niteliğindedir. Sizin içinse her şeydir; geçmişiniz, gençliğiniz, çocukluğunuz... Ne garip değil mi ateş harbiden düştüğü yeri yakıyor.
Öyle oldu işte. Önce gözlerim doldu; elim ayağım titremeye başladı. Çok uzun yıllar öncesinde kalmış olsa da (yaklaşık 20 yıl) bana bunu yaşatan aile fertlerime (çoğul değil aslında sadece bir kişi) bir dolu küfrettim. Sonra ondan da vazgeçtim, oturdum masanın başına boş boş ekrana bakmaya başladım.
Yazı da yazmam gerekiyor ya bir yandan... Acaba Sevgili Betül’ü arayıp yapamayacağımı mı söylesem dedim. Sonra sorumluluk denen illet var ya yapamadım işte. Hoş o da kabul etmez zaten. Yazabileceğim tek şeyi, şimdiki duygularımı yazmaya karar verdim.
İnsan ailesini seçemiyor evet. Ama maalesef seçemediği o aile yapacağı her seçimde etkili oluyor. Onların sana yaptıkları ya da yapamadıkları senin hataların olarak hayat boyu karşına çıkıyor. Ailende o duygu eksik olduğu için o adamı seçiyorsun, olmuyor, bu duygu eksik olduğu için diğer adamı seçiyorsun, o da olmuyor. Aslında en büyük korkun olan ‘yalnız kalmak’ ile ise hala baş etmeye çalışıyorsun. İş hayatında iyi kötü dikiş tutturmuşsun ama özel hayat tam bir başarısızlık hikayesi. Bir tek iyi anne olmayı becermişsin, en azından şimdilik.
Şimdi düşünüyorum da bu şartlar ve bu geçmiş ışığında başka türlü olması da mümkün değilmiş zaten. Düşünsene paramparça bir çocuk büyüyor ve şahane seçimler yapıyor. Yok öyle bir şey. Sağa sola savrulmadan, kendini rezil etmeden, işinde gücünde bir hayat yaşamak ve de bir çocuk sahibi olmak varılabilecek en muazzam nokta, ötesini beklemek biraz enayilik.
Not: Diğer köşe yazarları gibi “Siz de anlatın bakalım çocukluğunuzda neler yaşadınız?” diye sormayacağım. Nedense çok sahte geliyor ve umurlarında olduğunu da sanmıyorum. Herkesin acısı kendine önemli.
Fahişe
Leonard Cohen ile ilgili övgü dolu bir yazımdan sonra epeyce uzun bir mail almıştım. Sevgili okur benim yazımdan sonra Leonard Cohen’in hayatını araştırmış. Ve görmüş ki bir erkekte nefret ettiğim ne varsa onda varmış! Böyle bir adamı nasıl severmişim? Az önce Teoman’ın Fahişe şarkısının sözlerini okurken geldi aklıma. Ben bir sanatçıyı özel hayatı ile yargılamam. Belli bir kültür seviyesinde olan birinin de böyle yapmayacağına inanıyorum. Ben bir sanatçıyı yazdığı şarkıyla, yazdığı romanla ya da her ne yapıyorsa onunla değerlendiririm. Beğeniyorsam, bana hitap ediyorsa izlemeye devam ederim, değilse ilgim olmaz. Leonard Cohen özel hayatında şöyleymiş, Teoman çok içiyormuş, bir diğeri kadından kadına uçuyormuş... Ucu bana dokunmadığı sürece bana ne. Neyse ben aslında Teoman’ın Fahişe şarkısının sözlerini paylaşacaktım sadece. Bir okuyun Allah aşkına. Bu sözleri yazan sanatçıya hayran olunmaz da ne olunur.
Bir fahişe sabaha karşı çok seksiymişim öyle diyor
Gülüyoruz yalanına
Karşılıklı anlayışlı.
Dalgakıranlardaki banklarda çıkardı ayakkabılarını
Bak dedi köprü ışıkları
Siliyorlar yıldızları.
Kazıyınca yıldızlarını
Altlarındaki demir paslı
Ateşe vermeli onları ama
Her yerde yangın çıkışları.
Sordum niye sattın diye yoksulluğunu?
Dedi elimdeki sadece oydu.
Niye sattın vücudunu?
Daha mı kötü dedi satmaktan ruhu?
Herkes dedi merak içinde ölümden
sonra hayat var mı diye
Boşuna düşünürler
Sanki hayat varmış gibi ölümden önce.
Can’lı Yayın
Şimdi ben pilatese başladım ya. Ay ne zormuş, bir de kolay diyorlardı. Ahlaya ohlaya debeleniyorum. Can da herkese benim taklidimi yapıyor. Hocaya Can’ın benimle dalga geçtiğini anlattım. Odadan bir hışım geldi.
“Bak anne. İzin almadan benimle ilgili konuşma. Hem utanıyorum hem de hoşlanmıyorum.”
Aydın Boysan’ın ‘Leke Bırakan Gölgeler’ kitabından
Bir gün bir taksiye atladım ve havaalanından hareket ettik. Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önümüze çıktı. Taksi şoförü sert bir şekilde frene bastı, kaydı ve diğer arabaya çarpmaktan milim farkıyla kurtuldu. Diğer arabanın sürücüsü camdan başını çıkartıp bağırmaya ve küfretmeye başladı.
Taksi şoförü ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı. Ve gerçekten çok arkadaşçaydı. Sordum: ‘Neden bunu yaptınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastaneye gönderecekti.’ Taksi şoförü bana, şimdi ‘Çöp Kamyonu Kanunu’ dediğim şeyi öğretti. Şoför pek çok insanın çöp kamyonu gibi olduğunu açıkladı. Her tarafta çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlık, öfke ve hayal kırıklığı dolular. Çöpleri biriktikçe onu bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar ve bazen sizin üzerinize bırakabilirler.
Kişisel almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp iş yerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.
İşin ana fikri şu ki, başarılı insanlar çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler. Hayat sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa.
Dolayısıyla size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için dua edin ve o insanları hayatınızda tutmayın. (Nazlıcım çok teşekkürler)