Birkaç yıl önce, Urla’da dolaşırken yalı boyunda kalafatlar üzerinde gördüğüm ilginç ahşap teknelerin, aslında Akdeniz ve Ege’de yüzyıllar önce seyreden ticaret gemilerinden esinlenmiş olduğunu fark edecektim. Nihayet, Türkiye de kendi deneysel arkeoloji tutkunlarını yetiştirmeye başlamıştı. Ne hoş! Bu yeni alanın ülkemizdeki öncülerinden Osman Erkurt’la tanışmak benim için büyük bir zevk olacaktı. Çevirmen Necati Erkurt ve devlet operası sanatçısı Jale Hanım’ın İstanbul 1958 doğumlu oğulları, Halet Çambel, Ufuk Esin ve Muhibbe Darga gibi değerli hocaların rahle-i tedrisinden geçtiği İstanbul Üniversitesi Önasya Arkeolojisi Bölümü’nü 1979’da bitirdi.
Bu arada, Van ve Hakkâri’de yaz kazılarına katıldı, tarihöncesi sanat örnekleriyle yerinde tanıştı, dağcılık sporuna başladı. Girit kökenli ailesi nedeniyle deniz, balık ve otlara öteden beri aşina; tatillerde dalgıçlık, tekne kaptanlığı da cabası. Gelgelelim, 1980-1995 arasını, sol görüşleri nedeniyle akademik yaşamdan uzak geçirmek zorunda kaldı. Geçinmek için sevdiği şeyleri yaptı; ahşap ve ağaçla ilgili her şey: Mobilya, dekor, sahne dekoru, tiyatro yönetmenliği... Ama içindeki arkeoloji ve deniz aşkı körelmedi. Hayırla andığı Melih Amcası, tekne parçaları ürettiği atölyesinde teknik yapımı tüm ayrıntılarıyla göstermişti ona. Deniz arkeolojisine özel bir ilgi duymaya başladı. Kendi kendini yetiştirmek zorundaydı, çünkü bugün bile bizim üniversitelerde deniz arkeolojisi bölümü yok.
Denizin dibindeki eski batıklar ve taşıdığı kap kacak kalıntılarıyla uğraşan sualtı arkeolojisi ile karıştırmayın. Unutmayalım, batık halde bulunan tekneler batmadan önce su üstünde yüzerdi... Osman kardeşimiz de denizin altından çok, denizin kendisi, antik tekneler, deniz insanları, kaptanları, limanları ve rotaları üzerinde odaklandı. Yönlerini nasıl bulurlar, neler yer içerlerdi, öğrenmeye çalıştı.
Durmaksızın mücadele...
Giderek deneysel arkeolojiye yöneldi. Arkeoloji, pozitif bilim dalı değil ki. Kişisel yorumlara, sezgilere açık bir bilim dalı, deney nasıl olacak? Osman Erkurt ise düşündüklerini denemeden savunamayacağını söylüyor. “Arkeologlar kendilerini tarihçi sanırsa büyük felaket olur. Dedektifin kendini savcı yerine koyması gibi vahim.”
Deniz arkeolojisinde “deneme-yanılma” yöntemi uygulanabilirdi. Sözgelimi, 1982’de ilk kez bir sünger dalgıcı tarafından Antalya-Kaş’ta fark edilen ve 1984’te Amerikalı ünlü sualtı arkeologu George Fletcher Bass tarafından incelenmeye başlanan, günümüzde Bodrum Müzesi’nde sergilen Uluburun batığını alalım: Sedir ağacından yapılmış bu antik ticaret teknesinin sadece yüzde üçü ayakta kalmıştı. Batık geminin tüm verileri olmadığı için aynısını (replika) yapmak mümkün değildi. Ama bilinen en eski deniz ticaret teknesi olarak MÖ XIII. yüzyıla tarihlenen bu batığın dönemine ilişkin görsel bilgiler ışığında, bir canlandırma (animasyon) denenebilirdi. Ama hangi parayla? Ödenek filan yok ki! Osman Erkurt bu uğurda evini bile sattı. Hiç başından çıkarmadığı keten şapkası, sakalı ve at kuyruğu saçından vazgeçemez ama...
Önce ‘360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği’ni kurdu, 2004’te. Sonunda Uluburun batığı “canlandı”, yüzdürüldü, şimdilerde Urla’da arkeolog Hayat Erkanal hocanın yıllardır yönettiği tarihi Liman Tepe Kazıları’na komşu bir kalafatta dinleniyor. Kıyıdan birkaç metre uzaklıkta, bu tarihi limanın dünyada insan yapısı ilk mendirek olarak nitelendirilen bölümünün su altında kalan taşları seçiliyor.
Boş oturmayı sevmiyor
Erkurt, 1885’de Fransız amiral François Paris’nin gerçekleştirdiği çizimlerden yola çıkarak günümüzde örneği bulunmayan İzmir kayıklarının replikalarını yaptı. Uluburun-3 adlı yeni tekne de Kaş’ta kurulan sualtı parkı için özel olarak batırıldı. Bu proje, tekne ahşaplarının ve kullanılan halatların suda çürüme hızı hakkında bilimsel deney yapma fırsatını verecekti. Karaburun Mordoğan’da açılan sualtı arkeoparkı için de Erkurt ve arkadaşlarının ürettiği MÖ 600 dönemi bir Roma teknesinin replikası batırıldı. Bu adam boş oturmayı sevmiyor.
Şimdi de MÖ 3000’lerde, Orta Ege’deki Mikonos, Minos, Andros ve Samos (Sisam) adlı adaların oluşturduğu Kiklad bölgesini hallaç pamuğu gibi atan ticari ‘Kiklad kayıkları’nı canlandırma projesi üzerinde çalışıyor. Urla’da gene aynı döneme tarihlenen Liman Tepe kazılarında Kiklad adalarında üretilmiş seramik parçalarının bulunmuş olması, bir zamanlar bu kıyıya da benzer kayıkların yanaştığını kanıtlıyor çünkü. Osman Erkurt’a göre daha da önemlisi, bu proje Anadolu uygarlığının da o dönemde “var olduğunu” kanıtlamaya yarayacak. Batılı tarihçiler “uygar” Elenlerin gelip bu kıyılarda yaşayan “Barbarları” terbiye ettikleri görüşünü savunurlar genelde. “Onların yaptığı kayıkların benzerleriyle Urla’dan o adalara gitmeyi deneyeceğiz.” Elbette 5 bin yıllık bir çizime bakıp teknik olarak “Kiklad teknesi budur” demek zor.
Ne var ki, o döneme ilişkin yeterli görsel bilgi mevcut. Örneğin, Girit’te bulunan bir gemicinin mezarından çıkarılan ayna biçiminde madeni levha üzerindeki kurşun figürler arasında Ege’nin bilinen en eski teknesi bu kayık da var. İp dikişli bir teknikle üretiliyormuş; çivi ya da özel yapıştırıcı kullanılmıyor, sadece bazı yerlerine deniz tahribatına karşı reçine ve ardıç ağacı katranı sürülüyormuş. İstanbul’daki Sabancı Müzesi’nde bu teknenin ‘canlandırılmış’ hali var. Bu Türk-Yunan ortak sergisi ekime kadar açık. Yaz sonunda, Ankara Üniversitesi’nden sağlanan sınırlı bir fonla Hayat Erkanal hocanın başkanlığında, Yunan adalarına yolculuk var.
Nil’e seyahat
1980’de evlendiği Mualla Erkurt çalışmalarında en büyük yardımcısı. “Hiç ayrılmadık. Onun desteği olmadan bu işler olmazdı.” Birlikte, şimdi yeni bir hayalin peşindeler: Bu kez sedir ağacından yapacakları Uluburun-4 ile Girit’e, İskenderiye’ye ve hatta Nil Nehri’nin içlerine seyahat. Gemi dediysek, unutmayalım; o dönemde tuvalet yok, kovalar vardı. Yatacak yer ve mutfak da yoktu. Bu yeni teknede de bulunmayacak. Onu bu uzun soluklu ve zor gezilerinde yalnız bırakmayan Profesör Hayat Erkanal’a minnettar olan Osman Erkurt’un eşi ve ekibiyle giriştiği bu yeni macerası, Girit’ten Mısır’a kestirmeden ulaşmanın belki de mümkün olduğunu kanıtlayacak. Deneysel arkeolog, sanatkâr, marangoz ve idealist kardeşimiz Osman ve ekibine başarılar. Projelerini destekleyen, hatta çok sınırlı maddi katkıda bulunabilen kişi ve kuruluşlara da teşekkürler. Atalarımız ne demiş: “Marifet, iltifata tabidir!”
(09.07.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)