Uluslararası 7. Çanakkale Bienali 18 Ekim'de kapanmıştı. Küratörlüğünü CABININ (Deniz Erbaş ve Seyhan Boztepe) ve Azra Tüzünoğlu'nun yaptığı sergilerin bulunduğu bienalde "Neye Benziyor?", "Hasarlı veya Tahrip Edilmiş: Kültür" ve "Hiç İstemeden ama Seve Seve" isimli sergiler sırası ile Mahal Sanat, Kırmızı Konak, Korfmann Kütüphanesi ve Troya Müzesi’nde sanat izleyicisiyle buluşmuştu.
Bienal bitiş tarihinden sonra pek çok kez çevirimiçi turlarla da ziyaretçilerle buluşan sergiler aynı zamanda Türkiye’nin 2020 yeni mezun sanatçı platformu “BASE” kapsamında gerçekleşen sanat söyleşisinde de bienal kapsamındaki sergileri küratörlerin anlatımıyla dinleme fırsatı sunmuştu. Hatırlatayım, söyleşinin kaydına Youtube’dan ulaşılabiliyor.
Çanakkale Bienali ekibi “CABININ” şimdilerde yeni bir çevrimiçi serginin haberini müjdeledi. Üstelik alanında bir ilk niteliği taşıyor… Troya Kazıları Sanat Ekibi tarafından sanatçı ve küratörlerin arkeologların araştırma sahasına girebildiği, tarihi alan ve müzenin bünyesinde sürdürülen çalışmaları deneyimleyebildiği yeni bir modelle bu sergide birbirine eklemlenmiş durumda. Çağdaş sanat ve arkeoloji ilişkisini merkeze alarak yola çıkılan ve bu iki pratiğin etkileşimine odaklanan “Kanatlı Sözler/Katmanlar” sergisi pandemi sürecinde sanatçı ve arkeologların bir arada düşünme ve tartışma süresinden meydana gelen üretimleri bir araya getiriyor. Sonuçları incelerken bir arkeologun detaycı ve titiz şekilde konuyu ele alış biçimi ile sanatçının beslendiği her türlü duygusal deneyim, deneysellik ve sezgilerin harmanlandığı adeta hybrid bir modelin varlığını gözler önüne seriyor.
Arkeolog ve küratörlerin kesişen kümeler olduğu gerçeğini pek çok farklı yönden ele alan serginin oluşumunda yine coğrafi önemi ile Çanakkale ve dolayısı ile Troya ortak zemini var. Küratörlüğünü Seyhan Boztepe ve Deniz Erbaş’ın yaptığı , Prof. Dr. Rüstem Aslan’ın danışmanlığında gerçekleşen sergide Burak Topçakıl, Erdal Sezer, Mehmet Erim, Ülkü Sönmez, Yağmur Ebru Metin, Yeliz Saydan gibi sanatçılar yer alıyor.
Sergiyi şu linkten ziyaret edebilirsiniz: https://my.matterport.com/show/?m=A3futLje3a6
10.10.2020 tarihi, bir daha denk gelemeyeceğimiz bir günmüş. Fotoğraf sanatçısı Murat Germen’in Ferda Art Platform’daki sergisinin son günü! Maslak’tan Nişantaşı’na 1,5 saatte gidebilmenin tüm izini bir çırpıda silen bir mekana özgü sergileme tekniği, galeriye adım attığım anda beni karşılamış oldu.
Kerem Piker tarafından 1170 adet fotoğrafı, galeri alanının tam merkezinde yoğunlaştıracak ve serginin buradan kollara ayrılmasına yardımcı olacak şekilde kurgulanmış.
Küratörlüğünü Necmi Sönmez’in üstlendiği serginin ismi “Feyezan”. Kökeni Osmanlıca…“Coşup taşma, taşkın, bereket” demek.
Sergi, geride bırakmakta zorlandığımız pandemi döneminin bireyler üzerindeki etkilerini ve günümüz insanının gerçeklik algısını nasıl yorumladığı üzerine multidisipliner yapıda işlere ev sahipliği yapıyor.
“Beraberlik Manzaraları” fotoğraf serisi, sosyal ve fiziksel mesafelerle yaşadığımız döneme kuşbakışı bakmamızı sağlayarak birbirinden farklı yüzlerce kişinin ayrım yapmaksızın bir arada olabildiği bir bütünü anlatıyor. Tuhaf ki, 1170 adet fotoğraf arasında gülümseyen ya da neşeli insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Murat Germen’in mimari ve kent içerikli işleri konu alan geçmiş işlerine referans verecek şekilde insan, kent, mimari iç içe ve çok daha zengin şekilde harmanlanmış.
İş dünyasına karşı bir söylem getirmek üzere tasarladığı “Başka Tas Başka Hamam" serisi ise masabaşı işine gömülmüş “beyaz yakalı”ları ve onların deyim yerindeyse habitatı olan “plaza” ve plaza kültürünü eleştirir nitelikte. Minik adamların günlük rutin ve düzenin parçası olma mecburiyet olgusu ile daha da minikleştiğini ve büyük resmin içinde kaybolduğunu hissediyorsunuz adeta.
Kısa süre önce hayatımıza giren
Çinli aktivist sanatçı Ai Weiwei’in Covid-19 salgının beşiği niteliğindeki Wuhan şehrinde yaşananları konu alan “Coronation” uzun metrajlı belgesel filmi yayına girdiği andan itibaren sürekli olarak gündemde.Hastane, ev ve karantina bölgelerindeki çekimlere yer veren filmin sonuna gelirken gerçekten zorlanıyorsunuz.
Hem karantina döneminde yaşadığımız o sıkıntılı günleri hem de hastanelerde acı çeken hastaların gerçek görüntülerini deneyimledikten sonra, INSTAGRAM hikayelerinde maskesiz dolaşan ya da sosyalleşme pahasına etrafındakileri tehlikeye atan kişileri görünce üstünüzü başınızı parçalayasınız geliyor yani…
Aslında bu sanatçının ilk belgeseli değil. Daha önce mülteci krizi ve ekonomik sorunları baz alan belgeseller de yayınlamıştı. Aktivist olmasının getirdiği bir sorumlulukla yalnızca hükümetin Covid-19 sürecindeki tepkimelerine eleştirel bir yaklaşım sergilemenin yanı Wuhan halkının pandemiyle başa çıkarken yaşadıklarını da mercek altına alıyor.Çekimler yerel halk içinden görevlendirilen kişilere ait ancak son derece profesyonel.
Filmi izlemek isterseniz ben “Vimeo” üzerinden 6 dolar gibi bir bedel karşılığında kiralamıştım ve 2 günlük bir kiralama süresi vardı. Ancak dilerseniz satın alabiliyorsunuz. Gerçek görüntülerle yüzleşmek ve biraz sanatın eleştirel perspektifinden, 2020’yi akıllardan çıkmayacak bir yıl olarak tarihe kazıyan Covid-19 için arşiv niteliğinde olan bu belgesel tam size göre olabilir.
9 Eylül benim için her zaman memleketim olan İzmir’in kurtuluşunu anımsatan önemli bir gündür. Bu yıl tüm coşkulu kutlamaların ertelenmek durumunda olması elbette ki biraz burukluk yaratmadı değil, ancak tabii sıkı önlemler alındığını bilmenin konforu da bambaşka bir hissiyat.
9 Eylül İstanbul için ise, iki önemli projenin lansmanının yapıldığı dopdolu bir gün olarak akıllara kazındı… Bu projelerden birincisi, taşıdığı katma değer itibarıyla adeta pandemi döneminde sanat ve sanatçı için bir aşı niteliği taşıyor! Peki neden mi? İnoliva İlaç firmasının inovasyon çalışmaları kapsamında üretilen 'Çinkopast' pastil gıda takviyesi lansmanı kapsamında misyonu Türkiye’de çağdaş sanatı ve genç sanatçıları desteklemek olan Sanat Seninle Derneği ile işbirliği yaparak 4 genç sanatçının 5 er eserini 100 binin üzerinde maskeye basarak 'Çinkopast'la birlikte Türkiye’nin önde gelen sağlık kuruluşlarından dağıtılmasını sağlayarak pandemi döneminde en olumsuz etkilenen endüstriler arasında yer alan sanat endüstrisine adeta bir can suyu sağlamış oldu.
Mehmet Ali Yıldız, Joel Menemşe, Eda Çığırlı ve Mehmet Yıldırım ‘ın işlerini önümüzdeki günler de sokaklarda sıkça göreceğiz gibi görünüyor. Böylelikle sıkıcı görüntülü ve hem kendi sağlığımız hem çevremizdekilere karşı olan sorumluluğumuz nedeniyle takmak zorunda olduğumuz maskelere sanatsal dokunuşla renk gelmiş oldu…
İkinci keyifli sanat etkinliği ise, aslında pandemi öncesi Bozcaada’da tarihi dokuyu kapsayan oldukça otantik mekanların kombinasyonu ile kurgulanarak yapılması planlanan FAM Bozcaada Festivali hakkında.
Gastronomi, sanat, müzik kutsal üçlüsüyle ziyaretçilerinin 5 duyusuna hitap ederek farklı bir deneyim yaşatmayı odak haline getirmiş etkinlik pandemi nedeniyle Kabataş‘ta izleyicileriyle buluştu. Lal Batman küratörlüğünde gerçekleşen multidisipliner yapıda 15 sanatçının yer aldığı sergiye de ev sahipliği yapan etkinlikte sosyal mesafeli inanılmaz keyifli bir kalabalık vardı. Sinan Logie, Halil Vurucuoğlu, Tuğba Elmas, Tom Fellows gibi sanatçıların işlerini Kabataş’tan geçerken sağınızda fark etmemeniz mümkün değil.
Her iki proje lansmanı da adeta pandemi sürecinde sanatın aldığı yaranın izini silmek istercesine herkesi yine birleştirdi ve buluşturdu. Yalan yok… Çok ihtiyacımız varmış!
Minyatür sanatı ile zihnimizde beliren ilk çağrışım, çok renkli ve genelde eğlenceli imgelerdir. Ancak muhtemelen bu yazıyı okuduktan fikriniz değişmiş olacak.
Orta Çağ Avrupası'nın elyazması kitaplarında baş harfler kırmızıyla boyanarak tipografik olarak daha göz alıcı şekilde yazılırdı. Buradaki kırmızı rengin Latince ismi “minium” idi. Minyatür sözcüğünün kökeninin çıkış noktası olan kurşun oksit içerikli boya, ağırlıklı olarak kağıt, fildişi ve benzeri maddeler üzerine uygulanırdı.
Bilinen en eski minyatür işler, Antik Mısır ‘da rastlanan ve M.Ö 2. yüzyılda papirüs üzerine yapılan minyatürlerdir. Sonraki süreçt Yunan, Roma , Bizans ve Süryani el sanatlarında minyatüre oldukça fazla yer verildi. Türk sanatında ise “nakış” ya da “tasvir” olarak bilinen minyatür sanatı, günümüzde çok daha güncel ve farklı temsiliyet şekilleriyle karşımıza çıkıyor.
Geçtiğimiz haftalarda Pera Müzesi minyatür sanatının güncel yorumlarına odaklanan “Minyatür 2.0” isimli sergiye ev sahipliği yapmaya başladı. Türkiye, İran , Pakistan, Suudi Arabistan, Azerbaycan gibi farklı ülkelerden 14 sanatçının eserlerinin Azra Tüzünoğlu ve Gülce Özkara seçkisinde Hamra Abbas, Rashad Alakbarov, Halil Altındere, Dana Awartani, Fereydoun Ave, CANAN, Noor Ali Chagani, Cansu Çakar, Hayv Kahraman, Imran Qureshi, Nilima Sheikh, Shahpour Pouyan, Shahzia Sikander ve Saira Wasim gibi isimler bulunuyor.
Heykel, video, fotoğraf, enstalasyon gibi güncel sanat pratikleriyle minyatür sanatının iç içe kullanılabilmesinin mümkün kılan işleri gözlemlediğimizde, geçmişten gelen bir formdan ziyade kullanılış biçimine dikkat çekilmek istendiğini görüyoruz. Sergi kapsamındaki eserler sömürgecilik, eşitsizlik, toplumsal cinsiyet, kimlik politikaları, ayrımcılık, toplumsal şiddet, zorunlu göç ve temsiliyet gibi konulara yer veriyor. Buna göre kendi bakış açımla hem geçmişten tanıdığım ve keyifle takip ettiğim Türk çağdaş sanatının değerli isimleri arasında yer alan Halil Altındere'nin mizahi öğeler içeren “Drone’lu Cülus Töreni” ve CANAN’ın “Falnâme”si ile Dana Awartini’nin video yerleştirmesi, Hamra Abbas’ın ipek malzeme üzerine mürekkep ve guaj kullandığı figürlerini, Rashad Alakbarov’un demir malzeme yardımıyla oluşturduğu ışık ve gölge resimleri yapmak için yarı saydam materyallerden bütüne ulaştığı bir duvar yansıtması kurgusunu paylaşmadan geçemeyeceğim.
CANAN, Falnâme
Ayvalık an itibari ile pek çok sanatçı insiyatifini kucaklayan ve artık deniz, kum, Güneş’ten çok daha fazlası haline gelen bir yer olmuş durumda. Her zaman seyahatlerimi “business & pleasure ” felsefesi üzerine inşa etmiş birisi olarak bayram tatili hayalim pandemi nedeniyle kalabalıktan uzak olmak ve hazır gitmişken Hubdesign olarak yurtdışında farklı projelerde temsil ettiğimiz başarılı sanatçımız Seydi Murat Koç’un Barbara Residency programı kapsamında Ayvalık’ta olduğunu öğrenmem ve nazik daveti üzerine ziyaret etmeden dönmem olmazdı.
2016 yılından bu yana sanata alan tanıyan, yerli ve yabancı pek çok sanatçıyı bulundukları ortamdan bir nebze çıkarmak ve hayat ile sanat bakış açılarına , araştırma ve üretimlerine etki ve katkı yapabilecekleri ortam ve şartlar sunarak misafir eden mekan La Maison de Barbara’nın misyonu kadar hikayesi de oldukça değerli.
Barbara Residency programı Ayvalık’ın sempatik taş evlerinden birisinin restorasyonu gerçekleştirilerek son derece modern bir tasarım ile buluşturulmuş. İş dünyası için çok önemli bir isim olan ve “headhunter” dediğimizde aklımıza ilk gelen isimlerden Şerif Kaynar tarafından geçirilen proje aynı zamanda Şerif bey’ in 1997 de vefat eden Fransız şarkıcı Barbara’ya olan hayranlığı nedeni ile Barbara’ya adanarak mekana ismini vermiş. Mekan ; Bugüne kadar Haluk Akakçe, Yiğit Yazıcı, Barış Sarıbaş, Tunca Subaşı gibi isimlerin aralarında bulunduğu geniş bir sanatçı listesine ev sahipliği yapmış.
Seydi Murat Koç’u hepimiz “İnsanlar Alemi” serisi ile geçtiğimiz yıllarda Contemporary İstanbul’da geyikler ile günümüz metropol insanı ile benzerlik kurarak tuvallerine yansıttığı figürlerinin bulunduğu işleri ile mutlaka hatırlıyoruzdur.Aynı zamanda akademisyen olarak Doğuş Üniversitesi’nde de öğrencileri ile bilgi birikimini paylaşıyor. Barbara Residency Programı süresince ürettiği işlerde ise biraz pandemi sürecinin etkisi bulunuyor. Özellikle karantina süresinde doğaya ve dış mekana duyulan özlemi konu alan manzara resmine bayıldığımı söylemeden geçemem.Üretim esnasında endemik bitkilere (dünyanın yalnızca belirli bir bölgesinde yetişen) de sıkça yer vermeye ve yaptığı incelemeler sonrası bu bitkileri canvas üzerinde yaşatmayı da prensip edindiği küçük ebatlarda işleri bulunuyor. Türkiye ‘de 3000 e yakın endemik bitkinin yetiştiği bilgisini Seydi’den aldım. Avrupa’dan bu konuda kat ve kat öndeymişiz. Haberimiz yok…
Burada daha önce atölyesini ziyaret ettiğim Begüm Mütevellioğlu’nu anmadan geçemeyeceğim. Kendisi endemik bitkileri tıpkı bir bilim insanı gibi , uzun süre inceleyerek resimlerinde kullanıyordu. O zaman da oldukça etkilenmiştim.
Türk sanatçıları dünyaya tanıtmak üzere 2018 yılında New York’ta kurulan Hub Design platformununun çalışmaları, yaşanan zor günlere inat, hız kesmeden, sergi takvimine bir yenisini ekleyerek “Echo” isimli sergiyle devam ediyor.
Geçtiğimiz nisan ayında Hub Design ekibi “Stream” isimli, pek çok yerli ve yabancı sanatçının aralarında olduğu ve pandemi dönemi üretimlerini konu alan bir dijital sergi serisine başlamıştı. Oldukça ses getiren ARTSY üzerindeki bu dijital sergi serisine yine çok duyarlı ve gündemden beslenen bir kavramsal çerçeve belirleyerek harekete geçiyor.
25 Temmuz-15 Ağustos arasında online olarak dünyadaki tüm sanatseverlerin beğenisine sunulacak olan dijital serginin önemli bir misyonu var. Belki de uzun süredir kaybettiğimiz “insani değerleri” yeniden hatırlatmak.
Dicle Çiftçi
Gittikçe yozlaşan yaşantılarımızda, mart ayı itibarıyla yüzleştiğimiz, nanometre büyüklüğündeki virüs hayatımıza girmiş olmasaydı; belki de bu durumun bilincinde tam olarak olamayacaktık.
Doğaya verdiğimiz tahribat, tüketim odaklı yaşam tarzımızın bitmek bilmeyen doyumsuzluğunun etkisiyle yarattığımız ekolojik dengesizlik, birbirimize uyguladığımız korkunç şiddet, ayrımcılık, zorbalık gibi katastrofik sonuçları olan durumları referans noktası olarak alacak olursak, insani değerlerden oldukça uzak bir noktada olduğumuzu söylemek yanlış olmaz.
Uluslararası arenada sanatçıların adil şekilde temsiliyetini sağlamak ve ses getirecek farklı projeleri sanatın gücüyle birleştirerek sanata alan yaratmayı ve milli değerleri ön planda tutarak dünyaya yaymayı hedefleyen Hub Design platformu, bulunduğu lokasyon itibarıyla New York’ta; tam da COVID-19 kaosunun orta yerinde kalarak faaliyetlerine hız kesmeden devam etti. Geçtiğimiz 5 ayda 30’a yakın uluslararası platformda çalışma alanı bulunan sanat galerisi ve farklı mimari projeler için sanatı konumlandırmaya yönelik işbirlikleri yapan Hub Design; bünyesindeki sanatçılarla sağladığı güçlü ve samimi iletişimi elden bırakmayarak, onların eşitsizlik odaklı sorunları baz alarak ürettiği eserlerinden yine çok sesli bir seçki oluşturdu.
Bu haftaki yazımda geçtiğimiz çarşamba ziyaret ettiğim keyifli bir sergiye yer vermek istedim. Anna Laudel Gallery´de 9 Haziran itibari ile sanat izleyicisinin beğenisine sunulan Mehmet Sinan Kuran´ ın “Posthumous” isimli sergisini sosyal medyadaki keyifli paylaşımlardan zaten “yapılacaklar listesi”ne almıştım. Ancak randevulu da olsa insan içine karışmak ve sergi ziyaretinde bulunmak ile ilgili endişelerim vardı.
Mehmet’in daveti üzerine randevumu aldım. Gittiğimde karşılaştığım hijyen önlemleri, galerinin “beyaz küp” durumu ile bir araya geldiğinde tam teşekküllü bir hastaneyi akıllara getirecek kadar iyiydi.
Lafı uzatmadan sergiden bahsedeyim...
Yaklaşık 1,5 saat Mehmet’in keyifli anlatımı eşliğinde sergiyi gezdim ve çıktıktan sonra duygu ve düşüncelerim gerçekten ne kadar neşeli ve keyifli, özellikle geçtiğimiz depresif 3 aydan sonra ilaç niteliği taşıyan etkisiydi. Mehmet Sinan Kuran 1964 doğumlu ve sanat kariyerine alaylı olarak 45 yaşından sonra başlayan, “İçimde ukde kaldı” cümlesine inat tutkusunu profesyonelliğe dönüştürmek üzere günlüklerine çizimler yaparak sanat yolculuğuna başlayan gerçekten şahsına münhasır bir kişi. Profesyonel sanat hayatı öncesi geçim kaynağını kendisine sorduğumda aldığım cevap yine şahsına münhasır oluşunun bir kanıtı niteliğindeydi ve gülümsetti. Yeteneği ve egosuz, eğlenceli karakteri bir araya gelmiş sanat anlayışına ışık tutarak kendi tabiriyle 'conceptual f’artist' olarak ortaya insanı düşündüren, provoke eden, şaşırtan ama bir o kadar da eğlenceli işler yapmaya odağını vermiş. Kendisiyle ilgili çok daha samimi ve eğlenceli bilgiler için ekşi sözlük’e biraz göz atmanız yeterli.
“Minyatürcü” olarak anılmaktan hoşlanmasa da “karmaşık ama canlandırıcı” olarak tanımladığı eserlerini ilk olarak oldukça minik figürleri çağdaş formlar ile bir araya getiriyor ve bütünsel olarak gerçekten dediği gibi “canlandırıcı” işler boy gösteriyor.
Posthumous sergisi ise birlik ve beraberlik kavramı etrafında şekillenen bir kavramsal yapıya sahip. “