Bir sahil kasabasına yerleşmek birçok kişi gibi benim de hayallerimden biriydi. Hatta birkaç ay önce “Şu anda ne isterdim?” diye kendime sorduğumda, denize yakın doğa içinde bir taş evde kitabımı yazdığımı hayal etmiştim. Çalıştığım şirket temmuz ayına kadar evden çalışacağımızı duyurduğu gibi tam 1 hafta içinde oturduğum evi kiraya verdim, Ege sahillerinde bir ev tuttum, eşyalarımı topladım ve taşınıverdim. Özellikle sosyal medya takipçilerim aralık ayında denize girdiğimi, komşumun tarlaya bıraktığı atlarını, bahçeye ektiğim otlarımı gördükçe ne kadar imrendiklerini paylaşıyorlar.
Var olsunlar.
İçlerinde sinirlerimi bir tık hoplatan bir cümle var ki “Hayat sana güzel!”.
Bu cümle kıt kanaat geçinip Tayland’ın köy okulunda gönüllü öğretmenlik yaptığım dönemde de, ailemi karşıma alma pahasına Ekvador’da geçirdiğim günlerde de, tüm riskleri göze alıp Peru’da şamanlarla çalıştığım süreçte de yüzüme buruk bir gülümseme bırakırdı.
Şimdi bugüne geldiğimde, neden benim bu hayatı yaşayabildiğim ve birçok insanın neden yaşayamadığının asıl sebebini paylaşmak isterim.
En büyüğü, elbette, kendimize yaşam standardımız ölçüsünde değer biçmemiz. Ve bu yaşam standartlarını da bize dayatılmış haliyle kabul etmemiz. O restoranda yemek yerken, o marka ayakkabı giyerken, o arabaya binerken daha değerli bir insan olduğumuzu sanmamız. Salatalığı üreticisinden almanın, yaban inciri dalından koparmanın, musluktan akan suya ağzını dayamanın ne büyük lüks olduğunun farkında olmayışımız.
E sonra yarattığımız kimliğe bağımlılığımız. “Yıllarca okunan okullar, çalışıp yaratılan kariyer nihayetinde köye yerleşmek için miydi?” diyen tarafımız. Köylüye yol yordam danışmaya, bulaşığı elde yıkamaya, eve odun taşımaya fazla gelen kibrimiz. Herkesin ağzının içine baktığı yöneticilik makamından, hiç kimse olma mertebesine erişebilmek için yetersiz kalan öz-saygımız.
Alışkanlıklarımızdan kopamayışımız. Aynı şehirde olmanın eş-dostla bağlantı halinde olmak anlamına geldiği yanılgımız. Tüm sevdiklerimizin bir listesini yapıp her biriyle son 1 sene içinde kaç kez görüşüldüğü yazılsa anlamsızlığı ortaya çıkacak oysa.
Konfor alanından çıkamayışımız. Hayata üşenen, yeni deneyimlerden ürken, olmazsa eskiye geri dönmeyi kendine yediremeyen, beyaz bir sayfa açmayı gözü kesmeyen özgüven açıklarımız.
Bu liste uzar gider.
Bunları geride bıraktıktan sonra da bir şekilde şartları elvermeyen için sözüm meclisten dışarı demeye yok hacet.
Hayat da bana güzel olsun yine, fakat yukarıda saydığım tüm yükleri üzerimden atmak için binbir emek verirken hayatın bana bir başkasından ayrıcalıklı davrandığına dair göndermelere gücenirim elbet.
Mesele hayalindeki hayat şartlarına değil, hayalini mümkün kılacak zihniyete erişmek.