Turizm tercihi olarak ülkemiz insanının bir Fransa bir İtalya kadar çok tercih etmediği; oysa coğrafi dokusu, iklimi, tarihi ve yemekleriyle mükemmel bir turistik rota olan Portekiz’deyiz! Az bilinen başkent Lizbon’u tanımanız, sıcak havasını koklamanız ve sıcak insanlarıyla tanışmanız için, çok keyifli bir yazı sizi bekliyor.
RAYLI ŞEHİR “LİZBON”
Takvimler 2015’in Temmuz ayını gösteriyordu. Sıcaktı, oldukça sıcaktı… Biz de oldukça “heyecanlı”… Yeşil Lizbon’a hoş gelmiştik. Otelimiz Pombal bölgesinde bulunuyordu, ucuzdu, adı Hotel Madrid’di… Nerden hatırlıyorum; çünkü 6 sene önce gitmiş olsak da hatıra toplamayı seven Oğlak burcu ben; otel kartını, faturasını, haritasını ve üzerinde adı yazan kalemini (almak hakkınız) hala hatıralar dolabımın “Avrupa kutusu” içinde saklıyorum.
Kutumda 1994 Venedik pizzacısı menüsünden 2019 İsviçre çikolatacısı peçetesine kadar, pek çok hatıra mevcuttur efendim. Kutu dediğim de öyle ayakkabı kutusu kadar değil; portakal kasası kadar bir şey. Bu hatıralar sandıklarım kime kalacaksa artık, bilemiyorum… Kağıt şeyler zamanla sararıyor, yırtılıyor, benden sonra atabilirsiniz. Maskot, oyuncak falan olanları tutun bir kenarda. Ya da Sunay Akın’ın müzesine verin, ne bileyim…
Otelden çıktığımız gibi Liberdade Caddesi’yle buluşuyoruz; Lizbon’u Lizbon yapan adam, Portekiz tarihinin ünlü devlet adamı Marques De Pombal’ın heykelini görüyoruz. Ve her yerde “raylar”… Resmen raylı bir şehir burası; temel ulaşım aracı “tramvay”. Çok romantik… Liberdade Caddesi başkentin en geniş ve önemli caddelerinden biri olup, 1755 yılında bu Markiz tarafından Restauradores meydanıyla birlikte açılmış.
Caddesinden aşağıya doğru indiğimizde, Restauradores’teyiz... Her binası sanat şaheseri tadında olan bu tarihi ada; eski şehrin kalbidir. Şehrin şu an kullanılan klasik sarı tramvaylarının ilki de zaten orada, hiç hareket etmeden “turistik vazifesi için” durmaktadır.
Rossio Tren Garı’na da ayrı bir yer açmak gerekir! Burası beni çok etkileyen belki de en çok etkileyin Lizbon binası diyebilirim. At nalı şeklinde iki barok kapısı var ki dış cephesinde; karşısına geçip bakmaktan, bineceğiniz trenini kaçırırsınız… Kaçırmayın. O esnada önümüze çıkan bir duvarda da Lizbon’u tanımlayan o özlü sözü görüyoruz: “Lizbon. Bir tolerans şehri”.
BİR TOLERANS ŞEHRİ
Duvardaki yazı aklımızda; bu tolerans şehrini hayran hayran dolaşmayı sürdürüyoruz… Lizbon’a özgü dikkatimi çeken ilk yiyecek “Morina balığı”. Morina, şehirde pek çok şekilde pişirilip sunuluyor… Prata ve Aurea caddeleri arasındaki sokaklarda; Restaurante Vitoria’dayız. Arkadaş o ne lezzet öyle… Sanırım soğan da koymuşlar içine.
Bizdeki Menemen olayı hala sıcakken; menemen soğanlı mı soğansız mı diye tartışılırken, adamlar içine balık bile eklemişler siz ne diyorsunuz? Vedat Milör nakavt! Bu arada; Portekiz’de etle birlikte yumurta kullanılması, bizim alışık olmadığımız kadar fazla… Parça etin, bifteğin, antrikodun yanında illa ki kırılmış göz yumurta ya da çırpılmış yumurta geliyor. Bu noktada da benim diyetisyenim Onur Yozbatıran Bey nakavt!
SANTA JUSTA ASANSÖRÜ
Sağı solu mağazalı restoranlı dev bulvar Agusta’nın sonuna geldik, Santa Justa asansörü buranın en özel yapısı. Benzetmek gerekirse, İzmir’in Karataş Semti’ndeki tarihi asansörü bilirsiniz. Onun çok demirden, çok ferforje olanını düşünün. Nasıl ince işlenmiş, nasıl farklı bir yapı anlatamam. 1902 yılında ünlü mimar Eiffel’in yanında staj gören bir usta tarafından yapılan asansörün girişi Rue Aurea’nın üzerindedir.
Yerel halkın kartı vardır, turistler de sıraya girer biletini alır, asansöre binerler. Hep beraber 35 metre yukarıya çıkarsınız. Tepedeki platformdan Baixa, Rossio ve Barrio Alto bölgelerini uzuuun uzun izlersiniz. Siz “izlersiniz” tabii, Lizbonlular da koştur koştur işlerine ya da evlerine giderler. Onlar, doğal olarak, ne asansörün ince hatlarına bakarlar ne de manzarasına; evdeki ekmek bayatlamış mıdır, köşeden tazesini alsam mı diye hızlı hızlı düşünürler…
Siz ise yapının her bir demir kıvrımına hayran hayran bakar, ilerideki nehirde gün batımında süzülen feribotları seyre dalarsınız… Geri, aşağıya inip “Praça Do Comercio”ya gelelim… Agusta Arkı ile geçilen bu geniş alan, uzun revaklı yapıların bir araya gelmesiyle büyüleyici bir havaya bürünmüştür. Alanın nehre bakan cephesi turistlerin en yoğun olduğu bölgedir. “Kafesi restoranı çok karakteristik olmayan ve pahalı olan yer” bu şehirde işte burasıdır…
Turizm ofisinin ve belediye binalarının bulunduğu bu meydan aynı zamanda bir tür etkinlikler meydanıdır. Ben o seyahatte bu meydanda Mağrip ezgili bir müzik grubuna ve belindeki renkli şalları attıra attıra müziğe eşlik eden Cezayirli kızlara rastlamıştım.
Lizbon sokakları sokak müziği konusunda geniş bir yelpazeye sahiptir. Bir meydanda Arap dansçılar, bir park içinde Karayipli vurmalılar, bir kaldırımda Şilili bir nefesli çalgı müzisyenini görebilirsiniz. Müzik insanları kaynaştırır. Müzik icra edenden ve müzik sevenden, kimseye zarar gelmez.
28 NUMARALI TRAMVAY HATTI
Nehir kıyındaki ünlü Santa Apolonia tren istasyonunu buluyoruz. Az önceki meydandan, yüzümüz nehre dönük, sola doğru yarım saat yürüdük, konum bilgisini bu şekilde vereyim… İstasyon gişesinden, ertesi gün çıkacağımız Cascias yolunun biletini alıyor ve binanın hemen arkasındaki tepelere “Alfama” bölgesine doğru tırmanmaya başlıyoruz... Alfama’da evler çok küçük, kapıları iyice küçük ve her bina farklı bir renge boyanmış.
Sebep yine diktatörlük yıllarının “tek tip olun, tek tip giyinin” baskılarına başkaldırı... Bu mahalle belki şehrin en fakir ama en “yaşamayı bilir” mahallesi. Sokakları tırmandıkça, altımızda uzanan manzara daha da bir etkileyici oluyor. Yolumuzun üzerindeki Panteao Nacionale’nin (eski ulusal parlamento) içine şöyle bir göz atıyor, dev kubbesini dıştan ve içten gözlemliyoruz.
Nedense bu şehirde öyle bir “sokak gezme, yeme içme” halimizdeyiz ki, çok da fazla kilise müze takılmayalım diyoruz. Graca 28 ünlü tramvay hattıdır. Binmeyecek miyiz? Elbette bineceğiz. Kalan yolu tepeye kadar tıngır mıngır gideceğiz. Sao Vicente De Fora kilisesini arayın. Meşgul mü çalıyor? Ayin vardır… Burası şehre 16.yüzyılda armağan edilmiş bir Rönesans inceliği. Bitişiğindeki manastırıyla birlikte çok mistik bir hava taşır. İşte sözünü ettiğim tramvaya bu caddeden binebilir, ta Estrela’ya kadar çıkabilirsiniz…
Bu son durağın hemen arkasındaki göletli bahçede dinlenir; sonra da Estrela Bazilikasının muhteşem yapısını fotoğraflayanlar arasına katılabilirsiniz. Bütün bu hat 5-6 saatinizi alır ve hem en doğal Lizbon hayatını hem de tarihi yapılarının farkını gözlemlemeniz için biçilmiş kaftandır. “Lisboa Crista” bu adı unutmayın. Haritalarınızda ya da yön cihazınızda Church of Sao Roque olarak da geçmektedir.
Estrela tepesine çok yakın mesafede bulacağınız bu kilisenin şapeli –Saint John- dünyada tamamı som altından olan tek şapel… Çıkıp kilisenin tam önündeki meydanın duvarlarına kollarınızı dayar, bu sıcak ve davetkar şehre tatı tatlı bakarsınız… 1755’teki büyük depremde neredeyse tamamı yıkılmış olan sıcak Lizbon, işte tümüyle karşınızda, sanki 1800’lerin havasında; gözünüzü rahatsız edecek tek beton, tem çelik, tek cam olmadan, samimi bir şekilde durmaktadır. Şehrin tarihinde savunma konusunda çok önemli yere sahip olan “Sao Jorge Kalesi” bu terastan baktığınızda hemen solumuzda kalıyor. Girip gezebilirsiniz; burada dönemin eşyalarını, silahlarını ve tarihi belgelerini bulabilirsiniz.
Dip not: Yolun nehre doğru tekrar yürüyerek inecekseniz, Malta Kilisesi olarak da geçen “Igreja de Santa Luzia”yı bulun. İçine girmeniz şart değil ama kenarından geçip öyle güzel bir balkona varacaksınız ki; Lizbon’un en güzel manzaralarından biri buradan izlenir.
HELE BELEM’E BİR GELEM
Portekiz’in en ünlü tatlısını, kim bilir kaç kuşaktır Belem Bölgesi’nde Belem Pastanesi’nde yapılan “Belem Turtasını” yemeye gidiyoruz… İlk sabah çıktığımız nehir yönünün tam aksi yönünde; Belem bölgesindeyiz… Pasteis De Belem’in üzerinde 1837 yılı tarihi var. Dükkanın önü kuyruk, kasadan fiş alıp tezgahtan turtanızın gelmesini beklemeniz bile en az 20 dakikanızı alır. Bu tatlıya dünyanın çok yerinde “Nata” diye de rastlayabilirsiniz. O yumurtanın çiğe yakın kremasının ince tart hamuru içinden çıkması; üzerindeki sarı kabuğun o lezzeti… Tarifsiz. Kaç kuşak parayı kırmışsa kırmış; hak etmişler…
Çok yakında, Tejo Nehri’nin okyanusa açılmak üzere olduğu bu noktada, Lizbon’un çok önemli 3 yapısını daha; Jeronimo Manastırı’nı, Kaşifler Anıtı’nı ve Belem Kulesi’ni görmek mümkündür. Manastır, açıkçası şehrin dokusuna aykırı tarzda; fazla işlemeli, fazla zarif mimarisiyle şaşkınlık yaratıyor. 1502’de Vasco De Gama’nın Hindistan seferinden sağ salim dönmesi şerefine yaptırılmış olan bu binanın girişinde De Gama’nın mezarı da bulunmakta…
Portekizli kaşiflerin -kimi iyi niyetli, kimi sömürgeci katiller olarak- dünya medeniyetler tarihine çok farklı şeyler kattığı tartışılmaz. 54 metre boyundaki coşkun figürlü Kaşifler Anıtı, 1960 yılında kaşif dostu Kral 5.Henry’nin ölümünün 500.yılında dikilmiş… İşte bu anıtta da önde Vasco De Gama, arkasında keşif arkadaşları, “haydi yerlilerin topraklarını alalım, altın madenlerine konalııım” diye ileri doğru atılmaktadırlar.
Anıt Lizbon’un simgelerinden... Belem Kulesi ise 1515-1520 yılları arasında, tarihlerinin en önemli yöneticisi Dom Manuel’in saltanatı sırasında, Tejo Nehri’nin girişini korumak için yapılmış… Bu bölgeden ayrılmadan; Museu Dos Coches/ Arabalar Müzesi’ni mutlaka ama mutlaka görmelisiniz. 1905’te açılan bu dev salonlu müze, 16.yüzyıldan 19.yüzyıla kadar yapılan pek çok at arabasının ve mekanik araba denemelerinin sergilendiği çok farklı bir yer.
GÜNÜ BİRLİK “OKYANUS” ZİYARETİ
Nehrin karşısına uzanan, San Francisco’daki Golden Gate Köprüsü’nün kopyası olan Ponte 25 April, 2,5 kilometre uzunluğundadır. Köprü önce (diktatör) Salazar adına yapılsa da 1975 yılında Portekiz tarihine kanlı harflerle geçen bu şahsın anılardan silinmesi için isim değişikliğine gidilmiş. Peki nehrin karşı yakasına gitmek gerekli midir? 3-4 günden daha fazlanız varsa; belki...
Ben kalan seyahat günümü Cascias’a gidip Atlas Okyanusu’nun suyuna dokunabilmek için kullanmıştım. Takıntı işte. Trenle bir saat kadar, çok keyifli bir sahil şeridinden yol alıyor ve sadece Lizbon’dan değil ülkenin ortalarından pek çok yerden gelen Portekizlinin hafta sonlarını geçirdikleri Cascais’e varıyoruz. Burası renkli mozaiklerle süslenmiş duvarları ve aşı boyalı evleriyle ünlü eski bir balıkçı köyü. Önde palmiyeler, arkasında kayalar ve büyük büyük dalgalar… “Ben Atlantik Okyanusu gördüm” diyebilmeliyiz, öyle değil mi?
Klasik turist kasabası çarşısını hızlı adımlarla geçiyor, kalabalığı takip edip en yakın kıyıya ulaşıyoruz. Dört önemli plajı var Cascais’in; Conceiçao, Rainha, Riberia ve eski şehrin diğer tarafında kalan Santa Marta… Havlumuzu Rainha kumlarına seriyor, kendimizi Okyanus’un sularına bırakıyoruz… Burayla ilgili hatırımdan çıkmayan bir konu da, gençlerin neşesiydi… Daha treninden beri; vagonun içinde deniz topuyla voleybol oynayanlar, istasyon binasının demirinde barfiks çekenler, Okyanus’a inerken topluca şarkı söyleyenler…
Şapkaları havaya fırlatıp tutmalar... İspanyol gençleri bilirim, kanları hep kaynar.. İşte onlar gibi; Portekizli çocukların neşesine de diyecek yok. “Aaah” diyerek geçirdiğimi hatırlıyorum içimden, “her şey gençken işte…” O zamandan bu zamana 6 yıl geçti. O dediklerim de anlamını yitirdi tabii... “Aaah” diyorum şimdi “gençliğe yaşlılığa bakmıyor bu işler; her şey hayattayken işte”!