Tabii, söz konusu türküdeki gibi dertli bir “Ah!” değildi benimkisi… Mardin’deki antik kent Dara’yı gezerken tesadüfen karşılaştığım mahalli sanatçı kardeşim Ercan Cekan söylemişti bu türküyü bize; Çok Gezenti kamerası önünde… Zaman zaman aklım uçar gider; Mardin’de ne güzel günler geçirdiğimizi, ne unutulmaz anlar yaşadığımızı bu türküyle hatırlarım. Ve derin bir “Ah!” çekerim; özlemle, hasretle, güzel anılarımızı düşünerek. Gelin, bu hafta sizinle o muhteşem; tarih kokan, masalsı, mistik topraklara uzanalım. Yardımsever insanlarla tanışalım, güzel yemekler tadalım. Mistik manastırların, dev medreselerin, zarif minareli camilerin, hayrete düşüren doğal oluşumların ve ‘günlük hayatta bunlarla iç içe yaşayan’ insanların diyarı burası… Bu şehir daha ilk dakikada sizi bugünün dışına çıkaracak, tarihin sayfalarında yaşıyormuşsunuz hissi verecektir. Yeni oluşmuş toplu konutlu Mardin kentinden değil, eski Mardin’den bahsettiğimi biliyorsunuz. Zira bu notlarda sizinle paylaştıklarım; gezmeye, görmeye, göstermeye değer yerler, malumunuz.
Her sabah heyecanla uyanmak
Bir gün öncesinde akşam karanlık vakitte geldiğim Mardin’de, ilk güne “Günaydın” diyor; Zinciriye Otel’in terasına çıkmış, etrafa bakıyorum. Ve daha ilk sabahtan hissediyorum ki: Önüm arkam sağım solum tarih! Mezopotamya’nın kızıl, kahve renkleri; bizi bir masalın ortasında bırakmış sanki… Zinciriye Medresesi’nin hemen önünde, hatta neredeyse içinde uyanmak ayrı bir motivasyon sağlıyor bize. Belli ki gezip görecek çok yer var; tadacak çok güzel lezzetler, tanıyacak çok güzel insanlar var. Çok yer bunu ilk bakışınızda anlatmaz size; ama Mardin öyle değil, daha ilk bakışınızda anlarsınız sonrasında yaşayacaklarınızı… Eski Mardin yerleşimi, ev mimarisinde, kuzey Suriye ile benzerlikleri bilinen taş mimariyi benimsemiş. Bölgede birçok ocağı bulunan sarı kalker taşı (Midyat taşı da deniyor) ana yapı malzemesi olagelmiş. Ahşap ise yapılara; kapı, asma kat, pencere gibi zorunlu kullanım malzemesi olarak girmiş. Yapıların ilginç özelliklerinden biri de evlerin gölgelerinin birbirleri üzerine düşmemesi. Güneş ışınlarının tersine düzenlenen yapı oluşumları, yazın aşırı sıcağında sokaklara gölge yaparak, gün içinde Mardin halkını ve turistleri sıcaktan koruyor. Mardin’deki bu yapısal sistemin; M.Ö. 4500 yılına dayandığı düşünülmekte. O ilk gün, geri kalan saatlerde pek çok ilginç yapı ve yer görmek için çok koşturacağımızı bildiğimizden, basit otel kahvaltımızı yarım bırakmış, Seyr-i Merdin Kafe’nin terasına çıkıp, yörenin bol tarçınlı pekmezli tatlısı harire ile sert mırra kahvesini midemize yollamıştık. Şehrin simgelerinden olan taklacı güvercinler, günün ilk ışıklarında sislerden sıyrılıyor; minarelerin etrafında dönüyor, gruplar halinde hareketli bir tablo oluşturuyorlardı önümüzde. Etrafı bir yarım saat daha seyrettik ve enerjimizi tamamlayıp havalimanından kiraladığımız araca doğru ilerledik. Önemli not: Mardin’de sağa sola ulaşmak ve eksik gedik bırakmamak için, özel araç hayli yararlı olacaktır.
Oğlak gezgini takıntılıdır
Takıntılıdır Oğlak burcu insanı. Hele böyle sistemli olman gereken bir mesleğin varsa; bu takıntını işine taşımaman mümkün değil. Ben bir şehri tanımak için önce en yakınımdaki, en eskiden başlarım. Şehrin geçmişiyle tanışmak, sonrasını hazırlar benim için. Mardin Müzesi’nin binası, 1895 yılında bir Süryani Katolik Patrikhanesi olarak yapılmış. Dev merdivenlerle çıkılan safran sarısı geniş binayı, Cumhuriyet Meydanı’nda hemen fark edersiniz zaten. Burası 2000 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından satın alınıp restore edilmiş ve müze olarak hizmete açılmış. Müzede Asur’dan Bizans’a, Pers’ten Artuklu’ya, Osmanlı’ya kadar pek çok dönemin değerli bulgu ve eşya yer alıyor. Sürekli Köyü’nde yapılan kazılardan çıkan kıymetli eşyalar (Bunlara ‘40 Haramilerin hazinesi’ deniyor) ve Girnevaz Höyük kazılarının bulguları; müzenin dikkat çekici muhteviyatından. Renkli cam şişe örnekleri benim favorilerimdendi. Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ise şehrin tarihinden gelen günlük yaşam özelliklerini öğrenmeniz için harika bir seçenek olacaktır. Yörenin tarihteki yeşermesini gözlemledikten sonra, şehrin en önemli yapısı olan Mardin Ulu Camii’yi görmek için adımlarımızı sıklaştırıyoruz. İlginçtir ki şehrin tam göbeğindeki bu caminin tam olarak hangi yılda yapıldığı bilinmemekte. Kesme taş mimarisi ve dilimli kubbe gibi teknik özellikleriyle, Artuklu Dönemi yapısı olduğu söylenen caminin kapısında 1190 tarihi bulunuyor. Mardin Ulu Camii, ilk yapıldığında iki minareye sahipmiş. Günümüze sadece bir minaresi gelmiş; üzerinde cennetle müjdelenmiş 10 sahabenin isimi yazmakta. Özetle; İslam tarihi için önemi çok büyük… Oradan elbette ki Zinciriye Medresesi’ne çıkarsınız. Burası 1385 yılında yaptırılmış olan bir başka önemli Artuklu yapısıdır. Sultan İsa Medresesi adıyla da anılan bina; çok temiz, heyecan veren, keyifli bir yapıdır. Sultan İsa'nın türbesi de medresede bulunur. Mardin Kalesi hemen medresenin üzerinde yükselir ama fazla yükselir. Çok yüksektedir yani… Kalenin ‘kartal yuvası’ adıyla da bilindiğini ve en az 10 medeniyetin askeri savunmasında kullanıldığını notlarımıza ekleyelim. Altınızda uzanan eski Mardin, unutulmaz manzaralarınız arasına girecektir.
Şehir içinde bir tur daha
Şehidiye Camii ve Medresesi; es geçilmemesi gereken yerler. Zaten es geçmeniz de pek kolay değil. Eski şehri ortasından kesen 1. Cadde’nin üzerindeki bu çok özel tarihi alanın, Necmeddin Gazi döneminde, 1239-1260 yılları arasında oluşturulduğu söylenmekte. Daha eski bir zamanda yapıldığını söyleyenler de var. Açıkçası, biz de Mardin’i gezerken, bu tarihler konusunda epeyce bir kafa karışıklığı yaşamıştık. Zaten şehrin yapısı da kafanızı alıp uçuruyor, iyice Leyla gibi dolaşıyorsunuz işte. Tadını çıkarın… “Tadını” demişken; ah o Mardin’in eti, Mardin’in ciğeri! Şehidiye’nin hemen yanındaki Yusuf’un Yeri! Güneydoğu Anadolu usulü yağlı, kızarmış ciğeri yine ciğerin yağıyla ıslanmış lavaşın üzerinde getirir, yanına közde arpacık soğan ve acılı ezme kor… Siz de orada ruhunuzu sofraya teslim edersiniz! Unutmam, unutamam. (Yemeklere son paragrafta döneceğim.) Eski şehirdeki Marufiye, Hatuniye ve Melik Mansur Medresesi'ni yürüyerek ziyaret edebilirsiniz. 12. yüzyılda hareketlenen ilim irfan hareketleri sonucu kurulan bu medreseler, bugün şehrin turistik açıdan en çekici özelliği haline gelmiş. Yine merkezdeki Kırklar Kilisesi ise Hıristiyanlık tarihinin en eski ibadethanelerinden. İlginizi çekiyorsa bu civarda sorup soruşturup Süryani şarabı bulma şansınız da var. Bu coğrafyada kuruyemiş ve şekerlemeyi Mardin Çarşı’dan daha bol başka bir yerde bulamazsınız! Revaklı Çarşı, Bakırcılar Çarşısı ve Hasan Ayyar Çarşısı; iç içe dükkanlar, kahveciler, gevrekçiler ve o davetkar GÖNLÜ BÜYÜK küçük esnaf… Ben Mardin esnafı kadar ikram seven satıcı görmedim! İkram ettiklerinden geriye ne kalıyor da satıp ekmeklerini çıkarıyorlar, merak ediyorum. Adamların kolumdan çekip yedikleri kıymalı yumurtayı bana verdiklerini biliyorum. Bir büyük Mardin çöreği alana bir yarım da kesip onlar veriyor. Kahveyi bedava içirmeden size paket kahve satmıyorlar. İnce cevizli sucuğu (Zınnar), renkli pestilleri, kuruyemişleri ve çeşitli kahvelerle baharatların karışımından yapılan Merin Kahvesi; şehirden gitmeden almanız gerekenler arasında. Ve elbette vücuttaki her türlü maraza karşı şifalı, yüzlerce çeşit doğal sabun!
Kasımiye ve Mor Gabriel
Eski Mardin’e yakın, yarımşar günlük gezilerden bahsetmenin paragrafı geldi. Merkeze üç kilometre mesafedeki Deyrulzafaran Manastırı, 5. yüzyılda yaptırılmış bir Süryani manastırı. Burası için yazıtlarda “Yukarı Mezopotamya’nın en şaşalı yapılarından” deniyor. Muhteşem bir mimari, dev bir kompleks. Ben komplekse girdim gezerken. Ta ki Mor Gabriel Manastırı’na (Deyrulumur) ulaşana kadar. Midyat’a bağlı Güngören Köyü sınırları içinde yer alan Mor Gabriel Manastırı, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin en çok ziyaret edilen yapıları arasında. Dünyanın en eski Süryani Manastırı olan Mor Gabriel’de, aktif olarak dini kutlamalar ve anma günleri gerçekleşiyor. Manastırın turistik kısmından sorumlu ve yıllardır gelen ziyaretçilere yol yordam gösteren Kuryakos Acar kardeşime buradan selam olsun. Mor Gabriel, görmeden anlaşılamayacak bir güzelliktedir. Bir doğru da şudur ki, bölgenin en etkileyici medresesi Kasımiye’yi görmeden Mardin’den ayrılamazsınız. Şehre bir kilometre mesafedeki bu muhteşem yapının inşasına Artuklu döneminde başlanmış. Efsaneyi Akkoyunlu hükümdarı Cihangiroğlu Kasım tamamlamış. Hem dış görünümü hem de iç mimarisi, 800 yıldır göz doldurmaya devam ediyor. Satırlarım azalıyor ama Dara Antik Kenti’nden de bahsetmem şart. Doğal oluşumlu kaya katmanları ve içindeki ibadet odaları; bir Göreme’den bu kadar etkilenmiştim bir de buradan! Dara’yı mutlaka görün. Midyat Merkez’i de görün tabii. Kasra Nuri Aziz ve Merkez Kültür Evi, bir diğer adıyla ‘Sıla Konağı’, turistlerin göz bebeğidir. Midyat evlerinin de eski Mardin gibi, çok özel bir havası vardır.
Mardin Mutfağı'ndan nefis kokular
Cercis Murat Konağı turistik olarak, Kebapçı Rado ise ayak üstü esnaf işi babında; en çok tercih edilen lezzet duraklarıdır Mardin’de. Yöresel lezzetleri ve favorilerimi hızlıca sayayım: Bir tür nohutlu işkembe dolması olan kibbe ve kavrulup içine tavuk göğsü konan yöre buğdayından firik bulguru; irok, çok tercih edilen kızarmış içli köftedir ama benim bayıldığım haşlanmış olanı ikbebet… Küflü yoğurt dedikleri mezeleri harika! Peynir ve kuru domates karıştırılıyor; ekşi ekşi, bayılıyorum. Yoğurtlu, dere otlu kabak mıkli de çok serin bir lezzettir. Ana yemeklere gelince mevsimine göre sebze ve meyvelerle çeşnilenen kebaplar gerçekten tadından yenmiyor. Soğan kebabı, limonlu, kayısılı, erikli kebaplar ve elbette kuzu kol ile yapılan pilavlı bademli fırın yemeği dobo ve ünlü kaburga dolması enfes ama o salaş çadırdaki, o Yusuf’taki ciğer, ah o ciğer… Atlayıp uçağa gideceğim valla şimdi, pandemi pandemi!