Pandemi günlerinde risksiz bir şekilde evlerimizde, anılarımızla gezmeyi sürdürüyoruz. Sempatik gezilerimizin bu haftaki durağı, yine çok renkli bir Uzakdoğu şehri olacak efendim. Her akşam aynı saatte şehrin tüm gökdelenlerinin müzikle ve ritmik ışıklarla dans ettiği, rıhtımındaki Şöhretler Bulvarı’nda en sevdiğimiz oyuncuların ve yönetmenlerin yıldızlarıyla dans ettiğimiz, dünyanın en büyük Kadınlar Çarşısında alışveriş yaptığımız, hayvanat bahçesinde sevimli pandalarını ziyaret ettiğimiz ve yıllardır peşinde olduğum susam tatlısının orijinaline kavuştuğum çook özel bir Çin şehrindeyiz. Hong Kong Özel İdari Bölgesi’ndeyiz.
HAYALLERİNİZİN PEŞİNDEN GİTMELİSİNİZ
“Soya ununa bulanıp ballı sosa yatırılmış siyah susam püresi dolu pirinç nişastası topları”… Bir Kanton Mutfağı menüsü için bile oldukça uzun bir isim. Tatlıyı bu şekilde sipariş ettiğinizi düşünsenize! Zavallı garson, püre yapacakları susamları şehrin öteki ucundaki toptancıdan almak için sabahın 06:00’sında kalkmış olmanın da verdiği bitkinlikle; sizi dinlerken yanınıza çöküp uyuya kalacaktır.
Tatlı, menülerde “Tang Yuan” adıyla geçiyor efendim. Batı dillerindeki adı “Black Sesame Rice Balls” yani Siyah Susamlı Pirinç Topları... O coğrafyada yetişen bir tür susamı ezip, pirinç nişastasından yaptıkları hamurun içine koyarak, hamuru top top yapıyorlar... Sonra bunları inceltilmiş bal gibi bir sosun içine atılıyorlar… Bu, tatlının ıslak hali.
Bir türü de kuru olarak; kavrulmuş soya tozuna bulanmış olanı var ki, bunu yerken asla ıslık çalamıyorsunuz… Ne yani? Küçükken size leblebi tozu yedirip, ağzınızda o varken ıslık çalmanızı istemezler miydi? (Onu da mı bir tek bana yapıyorlardı yahu? Ne çekmişim ben de çocukken be!) Hong Kong’dayız evet gezeceğiz ama durun, ağzımızın tadını bir tamamlayalım önce… Tüm mutfakları araştırdım.
Ortada organik bağı olan sevdiğim bir lezzetler zinciri vardı çünkü. Tatları birbirine çok yakın olan yiyecekleri değildi; ama yerken verdikleri his, neredeyse hepsinin aynıydı… Japonya’daki o pelte şeklindeki tatlı, Hong Kong’daki bu soya ununa bulanmış susamlı tatlı, zaten en sevdiğim yemek olan yine bir tür Kanton dimsum’u “karidesli Siu Mai”… Bir de Kırgızistan’da karşıma çıkan, beyaz sert kıvamlı bir jöleyi tıraşlayarak yaptıkları ve üzerine etleri sosları kattıkları bir tür makarna (Lagman) var…
Bunların hepsini yerken ben benden geçiyorum; bir ben oluyor benden içeri, mideme doğru! Nedir nedir nedir? Bir ortak noktaları olmalı, diyordum… Ve buldum. Maalesef ki “pirinç nişastasıymış”. Zira insülin direncim için hiç de iyi bir haber değildi bu. Temelde “şeker” çünkü. Ama kendisi yemeklerin ve tatlıların muhteviyatına girince; bende ne diyet kalıyor ne bir şey. Neye diyet, neye kısmet!
BİR KÜLTÜRÜ “KALABALIĞINDAN” TANIMAK
Mutfağından girdik gezeceğimiz şehre bu kez… 2007’de Hong Kong’a ilk gidişimde lalettayin yediğim o tatlı, beynimde bir pusu kurdu ve ben oradan ayrıldıktan sonra loblarımı sık sık uyardı ki; dünyanın hiç bir yerinde aklımdan çıkmadı bu güzellik. 10 yıla yakın, gördüğüm her Uzakdoğu restoranına girip o tatlıyı sordum. Bulamadığım menüleri gözlerim yaşlı, ellerim titreyerek bıraktım masalara…
Kahroldum hep susam topsuz bir Çin lokantasına girdiğim ve sonucunda BİR HİÇ UĞRUNA yüzlerce lira verdiğim için! İşte 2015’te, Hong Kong’a ikinci gelişimde; bu kez bilinçli ve tadını çıkarmaya hazır bir biçimde soframa davet ettim minik topçukları. Cennetteydim sanki. Bir ballısından atıyorum ağzıma, bir unlusunu... Dünya üzerindeki hiçbir diyet, beni yediğim bu şey kadar mutlu edemezdi…
Hong Kong bana lezzeti ve insanlığın yükselişini anımsattı. Bu şehirdekinden daha yoğun bir biçimde “göğe doğru” yükselemezsiniz çünkü. Hangi bölgesinde ya da mahallesinde olursanız olun; Hong Kong’da yapacağınız herhangi bir turu takiben “o dip dibe gökdelenlerin minik minik pencereleri ardında kaç insan yaşıyor” diye düşünmekten ve “biz bu evrende neyiz” felsefesine girmekten kendinizi alamazsınız.
Çoğu beton renkli, bazen de uçuk mavi ya da yeşil binlerce sıra gökdelen apartman, korkutucu bir biçimde yükselir bu 7,5 milyonluk şehirde… Nüfus o kadar ama yüzölçümü, Bursa ilinden küçüktür mesela. Ve nüfusun neredeyse dörtte biri, kafes ev ya da mağara ev de denen, üçer beşer metrekarelik oda yığınlarında yaşar. Kendinize ait bir daireniz yoksa, hele hele bekar bir erkekseniz, Hong Kong’da ev almak için 20-25 yıla sıra bekleyebilirsiniz. Üstelik dev de bir para biriktirmeniz gerekir.
YORULMADAN GEZİLECEK BİR ŞEHİR
Hong Kong Havaalanı’ndan şehre kadar 45 dakikalık bir araç mesafesi var ve bu 45 dakika zaten buranın, bugüne kadar gittiğiniz hiçbir yere benzemediğini anlamanıza yetiyor. Karıncalar gibiyiz. Resmen karıncalar gibi… Ya da ne bileyim “karıncalar bizim gibi” işte. Peki neden dünyanın hakimi olan canlı türü, bizim türümüz? Aya gittik diye mi? İnterneti biz bulduk diye mi? Tamam güzel; karıncalar her sene o ünlü cep telefonunun bize dayatılan yeni modelini alamıyorlar… Ama bunun için onları ezmeli miyiz? Umarsızca göğe yükselen, bilinçsiz tüketicileriz.
Üst üste yaşıyor; petrol ürünleriyle, kimyasallarla, elektromanyetik dalgalarla, sağlıksız- kanserojen- hücre katili doku katili ne varsa onlarla yatıp kalkıyor; sadece lüksümüz için tüm dünyayı tüm canlılara zehrediyoruz… Bu kadar bilinçsiz çoğalmak, hadi çoğaldık, yaşam kaynaklarını bu kadar bilinçsizce azaltmak zorunda mıyız… Taksi durdu; şehir merkezindeki otelimize gelmiştik. Hong Kong’un aslında iki şehir merkezi var: Biri Kawloon, diğeri Hong Kong Adası. İstanbul’un iki yakası gibi düşünün…
Burası Çin’in özerk bölgesi ama Çin’e sormadan adım atamaz. Yine de Türklerden vize istemiyorlar. Önce Japonya’ya bağlı olan, sonra İngilizlere, 90’ların sonuna doğru Çin’e devredilen Hong Kong Özerk Bölgesi; tıpkı Şanghay gibi “Batı’ya dönük Çin” olarak tanımlanıyor. Buradan Çin’e girmemiz içinse yine, bir sürü belge verip bir Çin vizesi almanız şart. Son yıllarda artan protestolar, Hong Kong halkının artık Çin müdahalesine pek sıcak bakmadığını göstermekte; haberlerden takip ediyorsunuzdur zaten.
HONG KONG’DAKİ İLKLERİM
İlk Pandamı oranın panda bakım bahçesinde, ilk vatoz balığımı ise yine Hong Kong’da, sayfiye semti Aberdeen’deki Okyanus Parkı’nda görmüştüm. O zamana kadar gördüğüm en yüksek bina, Hong Kong Uluslararası Ticaret Merkezi’ydi. Bina şu an dünyanın dördüncü yüksek binası.
Teleferikle “The Peak”e, yeni şehre hakim olan o ünlü tepeye çıktığımda ise hayatımda görmediğim sıklıkta bir gökdelen kalabalığıyla karşılaşmıştım. Victoria Tepesi teleferiğine mutlaka binmeli, sonrasındaki basamakları sabırla tırmanmalı (bir alışveriş merkezinin içinden geçiyor zaten) ve sonucunda bu etkileyici şehre “zirveden” mutlaka bakmalısınız.
Omuz omuza durup küçücük bir odaya sığmaya çalışan basketbolcular gibi bir görüntüydü. Bu şekilde tanımlamıştım… Hong Kong kesinlikle insanı düşündürüyor… Orhan Veli misali, kapatıp bazı duyularınızı, kalanlarıyla şehir dinlemeye alıştırdıysanız kendinizi; inanın Hong Kong’un size anlatacağı çok şeyi var. Çin tarihli bir uzay kenti sanki.
GİTMİŞKEN DİKKAT ETMEK GEREK
Baştan beri zaten bölgenin mutfağından bahsediyorum yazıda. Çin Mutfağının “Kanton Cusine” örneği, Hong Kong Kawloon çıkışlıdır... Bambuların içinde buharda pişmiş dimsum’ları nerede olursa olsun deneyin lütfen. Karidesli ve sebzeli olanları, bizim mantılar gibi düşünün; rahatsız etmeden midenizi okşayacaktır… Şehrin hareketli caddelerine bırakın kendinizi; Londra’daki çift katlı otobüslerin benzerleri Hong Kong’da da vardır, şenlikli bir görüntü ile vaktinizi alır götürür.
Şehrin ortasında Royal Garden ve benzeri güzel parklar, bahçeler mevcuttur. O gökdelenlerin arasına sıkışmış yeşil alanlarda sabah güneşin doğuşuyla birlikte kalkan, işe gitmeden Tai Çhi yapan kalabalık grupları izleyin. Granville Road, Observatory Road; bizdeki aktarlar gibi, pek çok doğal kök ve kuru bitki satan dükkanlar vardır. Her derde deva ilaç dediniz mi, Hong Kong bir numaradır, unutmayın… Bütün tabelalarda İngilizce açıklamalar mevcuttur, korkmayın. Pek çok uluslararası şirketin Uzakdoğu merkezleri buradadır zaten, hemen herkes İngilizce bilir.
GECESİ GÜNDÜZÜNE KARIŞAN ŞEHİR
Hong Kong için “ışıklar şehri” yakıştırmasını yapmıştır pek çok gezi yazarı. Zira gökdelenlerin geceden sabaha kadar renkli ışıklar- neonlar saçması, şehrin bir tür geleneği haline gelmiş. Hani, bizde kurtuluş günlerinde düşman askerleriyle mücadeleyi canlandırmak gibi bir şey, onlar da her gece, gökyüzünü delen binalarını ışıl ışıl yapıp; bir tür teknoloji ritüeli yapıyorlar sanki.
Kawloon ile Hong Kong Adası arasında gidip gelirken göreceğiniz şehir silueti, gündüzünde ayrı gecesinde ayrı etkileyicidir bu yüzden. Sık sık bu feribot turunu yapın bence. Ucuzdur ve eğlencelidir. Deniz üzerindeki en büyük gemi restoran olan Jumbo Kingdom, Hong Kong sularında hizmet verir... Dünyanın en büyük “sadece kadınların satıcılık yaptığı” şehir pazarıysa, yine Hong Kong’da, Tung Choi Caddesi’ndedir… Nathan Yolu’nda Uzakdoğu’nun en kalabalık alışveriş sokaklarını bulabilirsiniz…
Dünya üzerinde “satılsın” diye üretilmiş ne varsa; bu caddelerde satılmaktadır. Geçmişine bağlı dönen ama geleceğe giden dev bir ekonomik çarktır burası. Aberdeen ve Stanley kasabaları, zenginlerin yazlıklarıyla, otelleriyle, yatlarıyla; Uzakdoğu’nun bambaşka bir yüzünü sunar size… Benim anlatımım eksik kaldıysa ve hala meraktaysanız; Hong Kong’u tanımak için lütfen Wong Kar Wai filmlerini izleyiniz… Kendisi Şanghay doğumlu bir yönetmendir ama Hong Kong’a filmlerinde, bir oyuncu gibi rol vermiştir.
Ünlü dövüş filmleri ustalarından Jackie Chan, Hong Kong’ta Victoria Tepesi’ndeki bir evde doğmuş, Bruce Lee ise 1972’de, Hong Kong’daki bir film çekimi sırasında ölmüştür… Muhtemel bir tehlike için de sizi uyarayım: İzlediğiniz ikinci ya da üçüncü Hong Kong filmi sonunda, kendinizi buraya uçak bileti ararken bulabilirsiniz. Ben Chungking Ekspres’i izledikten bir hafta sonra, uçaktaydım zira.