Ölüm plan yapacak, yaşam hesap soracak;
zaman seni düşünmeden, tam önünde, duracak!
O zaman ne olacak?
Yıllar kalbinden çıkıp, anlar gönlünden geçip;
beden çıplak, dünya sensiz, sevgin öksüz kalacak.
Hintli gibi tümün değil, ama için yanacak!
Kimler seni anacak? Ama “gerçek” olacak!
Kaç ay, hadi kaç yıl sonra, anıların duracak?
Dolaplarda yaşayacaksın, müze biletlerinle,
çekmecelerde kalan küçük rozetlerinle...
İyi hafızalarda; birkaç muhabbetinle.
Şanslıysan fotoğraflar sayfalarında,
yoksa kara kara küçük kutularda duracak.
Hayattayken “biricik” adam, 1 gigabayt kalacak.
Bedenin duman-toprak, ruhun hava,
ederin işte o “flash bellek” olacak.
“Olsun” diyeceksin, oradan,
komiksin ya dünyadan;
sonuçta o da kaldığım “bir bellek” be kardeşim.
(Çok Gezenti BOŞ DÜNYA kitabından)
HİNDİSTAN’IN TOZLU YOLLARINDA…
Bir önceki seyahatimizin satırlarında Agra ve Jaipur’u gezmiş, gözlemlemiş, başkent Yeni Delhi’ye doğru yola çıkmıştık… (”Yeni” sıfatı sizi çok da umutlandırmasın.) Başkente gelmeden bir hayalet kente; Fatehpur Sikri’ye uğruyoruz… İmparator Ekber Şah, Sikri adlı şehirde yaşayan ermiş Selim hocasını ziyarete gelir. Ermiş ona, hep istediği erkek çocuğa kavuşacağı müjdesini verir. İmparator daha sonra doğan üç oğlundan birine Selim ismini koyar. Burada kurdurduğu yeni başkentine de Fatehpur Sikri der…
Ancak kısa bir süre sonra; tahminen su yetersizliğinden dolayı, tebaasıyla birlikte buradan göç ederler… Yüzyıllar sonra kim gelir? Elbette UNESCO. Burası şimdi bir dünya mirası halinde; kızıl yapıları arasında bir masal dünyasında dolaşıyormuşsunuz hissi veriyor. Sivri köşeli yapıları, iç ve dış kolonlarının zarif bezemeleri ve simetrik revaklar ile bu dev alan, gerçekten etkileyici bir bütünlükte.
Arkasındaki dev Jami Masjid (Cuma Camii), Endonezya’dan sonra dünyada en çok Müslüman nüfusa sahip bu ülkenin haklı gururuna mazhar dini yapılarından. Terk edilmiş kentin arkasından çıkar, on dakika kadar yürür; bu caminin Şah Kapısı’na ulaşırsınız... Ekber Şah döneminin bu önemli yapının inşası 1570 -1586 yılları arasında tamamlanmış.
BU NASIL BİR “YENİ”?
1912-1947 arasında Britanya Hindistan’ının başkenti yapılan Yeni Delhi; Hindistan bağımsız olunca başkent kalmaya devam etmiş... Müslüman ağırlıklı nüfus eski Delhi bölgesinde yaşamaktadır ki şehrin “karakteristik eski çarşısı” Yeni Delhi ile Eski Delhi’nin tam sınırını oluşturur. Sınır derken ortada görülen bir sınır yok tabii.
Ama yerleşim düzeninden, satılan mallardan, kenarda köşedeki birçok dini ikondan, Hindu ve Müslüman tarafları ayırt edebiliyorsunuz… “Hindu mahallesinde inek eti satamazsınız”. Üç tekerlekli; kimi motorlu, kimi insanların çektiği araçlarla turistleri bu karmaşık ve bol kokulu bölgede dolaştırmak bir ritüel olmuş sanki. Günün her saati üzerin turistlerle dolu çekçek konvoyları görüyorsunuz.
Yürüyerek dolaşsanız bir iki gününüzü rahatlıkla alacak olan bu dev bölge, kumaşçısından baharatçısına, kasabından açık hava yemekçisine kadar pek çok dükkanında; size gerçek Hindistan’ı sunuyor. Kafanızı yukarı kaldırıp baktığınızda ise; göreceğiniz sadece elektrik ve telefon kabloları oluyor. Bu manzaraya dünyada bir de buraya komşu Nepal’de şahit oldum. Gökyüzü siyah kablodan görünmüyor.
DELHİ’NİN KIZIL İNCİLERİ
Kızıl Kale ve Cuma Camii gibi İslam mimarisinin efsanevi yapılarını yaşatan başkentte; sayısız Hindu, Budist, Jainist ve Sih tapınağı bulunuyor... Dini günlük hayatının içinde, iliklerine kadar hisseden bir kültür mozaiğindeyiz. Keşfedebileceğiniz yeni tapınaklar arasında; Buda’nın hayatından gelen sembollerden “Lotus çiçeği” şeklinde tasarlanmış dev “Bahai Lotus Temple” ve on binlerce gönüllünün sadece 5 yılda tamamladığı, 2005’te açılan dünyanın en geniş alanlı Hindu Tapınağı sayılan Swaminarayan Akshardham’ı sayabilirim.
İşte şimdi Cuma Camii’nin revaklarından Eski Delhi’nin yoksul mahallelerine doğru bakıyorum. Karşımda bütün ihtişamıyla duran Kızıl Kale, sanki 500 yıl öncesini yaşıyormuşum hissi veriyor. 200 yıl boyunca, Babür hanedanının imparatorlarının ana ikametgâhı olan kale, en önemli anlaşmaların ve devlet törenlerinin merkeziymiş…
1639 yılında beşinci Babür İmparatoru Şah Cihan tarafından “Shah jahan abad” Sarayı olarak inşa edilen Kale, kırmızı kumtaşı mimarisinin en büyük ölçekli örneği… Kaleyi ve içindeki müzeleri gezmek için bir tam gününüzü ayırmanız gerekebilir… Kaleye, Cuma Camii’nden çıkıp eski Delhi mahallelerini aşarak, yarım saat yürümeyle ulaşabilirsiniz.
ŞEHRİN KIYISINDA YALNIZ BİR MİNARE
Qutub Minar çok önemli. Yıllara meydan okumuş bir minaredir Kutub Minar… Bana Kazakistan seyahatimizden, Tokmok’taki Burano Kulesi’ni hatırlatıyor hemen… Minare Delhi’nin şehir sınırı içinde ama uzak güneyindeki Kuvvet-ül İslam Camii'nin geniş avlusunda yer alıyor. Aynı zamanda Hindistan'ın en çok ziyaret edilen yerlerinden biri burası.
13.yüzyılda inşa edilmiş zafer anıtı niteliğindeki minarenin yapımını Gurlu hükümdarı adına Delhi’yi fetheden Kutbiddin Aybek başlatıyor. Hint- İslam mimarisinin başyapıtlarından kabul edilen minare, 72 metre yüksekliği ile ülkenin bu ilk Müslüman şehri Delhi'de, göz alıcı zarafetiyle hala dimdik ayakta… Heyecan verici.
ÖLÜMÜN ŞEHRİ: VARANASİ
Varanasi’ye gelince, Hindistan’ın daha önceki şehirlerinde tattığınız heyecanlar bile zayıf kalıyor. Duygu seli denen şey Ganj’ın sularından çıkmış sanki... Varanasi: Burası ölümün şehri. Hindistan’a yapılacak bir yolculuk; göründüğü kadar uzağa değil, aslında en yakına; insanın kendi içine yapacağı yolculuk olacaktır. Varanasi, Hindistan’ın kuzey doğusundaki Uttar Pradeş Eyaleti’nde Ganj Nehri kıyısında yer alan, bir milyon nüfuslu bir şehir…
Üç kattan yüksek bina olmadığı için, şehrin başının-ucunun ışıkları da otel çatısından net olarak göründüğü için; bu 1 milyon nereye sığmış, gece yarısı pek anlayamıyorum. Sonra sabah diyorlar ki; “Haydi haydi gün başlayacak kalk! Güneşi doğuracağız törenle…” O zaman anlıyorum işte. Saat sabah 05:30. Otelden çıktıktan sonra kalabalığa karışmanız yeterli. Akıntı sizi Ganj’a indirecektir zaten… Tek katlı iki katlı derme çatma evlerin içinden akın akın insanlar çıkıyor.
Anayol izlenimi veren; daha bir genişçe, daha bir “CocaCola’lı bakkalların” olduğu yoldan yürürken, kulağımızda boru ve zil sesleri, tepemizdeki tabelaların “Ghat” yazan yönlerine doğru ilerliyoruz… Ghat: Akşam çok daha yakından göreceğimiz “nehir kenarındaki ölü yakma törenlerinin” her bir grup için ayrılmış “su kenarı basamakları”. Buralarda çamaşır da yıkanıyor, günahlardan arınmak için soyunup nehre girilen yerler de yine buralar… Evet, hepsi aynı nehir… Şehirlilerin Ghat’ı, güneyden gelenlerin Ghat’ı, çeşitli eyaletlerin ya da mezheplerin özel Ghat’ları hep ayrılmış… Günü karşılamak için yapılan hazırlıklar yine ayrı bir alemden…
Birbirlerinin vücutlarını ve yüzlerini boyayan insanlar, bastonlarına yaslanıp sabit gözlerle nehre bakanlar, boyunlarına asacakları- sonradan nehre salacakları- çiçekleri hazırlayanlar, küllere bulananlar, borularını üfleyip uzun uzun nameler çalanlar, mumlarını yakanlar, ateşlerini taşıyacakları yağdanlıkları dolduranlar, gülenler, ağlayanlar… Ve biz turistler... Dünya üzerindeki hiçbir nehir, içindeki balıklar haricinde, bu kadar kalabalık değildir…
Turistik kayığımız iskelesinden ayrılmadan, yapmaya çalıştığım program anonsumu dört kez kestiğimi, boğazıma düğümlenen duyguyu yutkunmaya çalışıp tekrar başladığımı hatırlıyorum... Ölüm odalarından kafalarını çıkarmış yaşlıları görüyorum. Ölümün kentinde, bu bulanık çamurlu suyun üzerinde, dünyaya verebilecekleri kadarını vermiş, kendilerini Tanrı Şiva’ya teslim etmeye gelmiş insanlarla göz göze geliyorum.
Yüzlerindeki çizgileri, noktaları birleştirip bir anlam çıkarmaya çalışıyorum. Mümkün değil. Kıyıdan ayrılmaya başladığımız anda kalabalıktan da dumanlar yükseliyor, çanların sesleri yoğunlaşıyor… Arkama bir bakıyorum ki gerçekten de ömrü hayatımda şahit olduğum en özel manzaralardan biri; Ganj’da güneşin kızıl halkasının ilk tırnağını, sonra da yükselişini görüyorum… O dev kalabalık; sessiz.
ALEVLERE KARIŞAN RUHLAR…
Yediğimizin içtiğimizin bu şehir için sarf edilecek cümleler arasında olması, fazla basit geliyor bana. sadece bir tek içeceği not düşeyim: Yoğurt, su, baharat ve şeker karışımı, ayran kıvamında tatlı içecekleri “Lassi”. Beyaz sıvının dolu olduğu büyük cam fanusları buralarda çok göreceksiniz, mutlaka deneyin, diyeyim ve geçeyim... Güneşi karşılama töreni için otelden ayrılışımızdan tam 12 saat sonra, bu kez “Aati” için odamızdan ayrılıyor, kendimizi önce yine o insan nehrine, sonra da Ganj Nehri’ne bırakıyoruz.
Bizim alıştığımız, dikkatinizi tekrar çekiyorum “bizim alıştığımız” dünya ruhuyla en zıt ruh, şu an burada hissediliyor… Sabah günahlardan arınmak için girilen bu su, şimdi kucağına, miadını doldurmuşların dumanlarını, küllerini kabul ediyor. Evet o gece, 2500 yıldır süren bir geleneğe; ölü yakma törenine şahit oluyoruz... Nehir kenarından ayrılırken, ellerinde bir tür çıra tutan yerel kıyafetli Hintlilerin (sanırım onlar tören için özel bir ekip olarak hep oradalar) çanlar çalarak ve danslar ederek, güneşi batırdıklarını görüyoruz…
Kayığımız Aati Töreni kalabalığından 100 metre kadar uzaklaşıyor ve işte o an gözlerimizin önünde bir çok Ghat’tan alevler yükselmeye başlıyor… Ellerinde meşaleler, odunlar üzerinde sarılıp sarmalanmış bedenlere bakıp mırıldanan, sonra da eğilip o ateşle odunları tutuşturan oğullar… Ya da geleneğe göre; en büyük erkek akrabalar… Sayıyorum, Ganj’a doğru inen 12 ayrı basamaktan alevler yükseliyor…
Hayatımın en ilginç anı. Tartışmasız en farklı anı bu. Belki bir de, hastanede ölümle burun buruna geldiğim o anlar var işte… Eşdeğer. “Demek ki” diyorum “anılar ölüm ihtiva ettikçe güçleniyor”. Kim bilir; belki de ölüm, en güçlü anı kalıyor.