Muhteşem teknolojisi, “Boy Band ve Girl Band” müzik grupları, romantik dizileri, tarihi alanları, özellikle sarayları ve ağzımıza layık “ocak başı” yemekleri… Gangnam Style bir seyahate hazır mısınız? İşte Seul; Güney Kore'nin başkenti ve en büyük şehri… “AAAAAAAAAAAAAAAAAAA!”… Pardon, sayfalarda Güney Kore’den bahsetmeye başlayınca, evimin önünde toplanan Ortaköylü K-POP fanları çığlık atmaya başladı sanırım. Pencereleri kapatıp hemen geliyorum…
SEUL’E GENEL BAKIŞ
Şu dünyadan bir Gangnam Style dansı yapmadan gitsek, çok yazık olmaz mıydı yahu? Dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan Seul'un şehir merkezinin nüfusu 12 milyon. Incheon (uluslararası havalimanı burada) ve Gyeonggi (anlamı: başkenti çevreleyen bölge) ile birlikte büyük şehir alanının nüfusu 25 milyonu buluyor. İstanbul’la neredeyse aynı…
1950’lerin başındaki Kore Savaşı sırasında Türk Ordusu’nun büyük desteğini alan Güney Koreliler, malumunuz, o gün bugündür Türkleri bir başka sever… Güney Kore Uzakdoğu’da vize almadan girebildiğimiz ülkelerdendir. Müziklerini, müzik gruplarını ve TV dizilerini de pek severiz. Hele hele yemekleri; cızbızları, barbeküleri; uzaklarda olup bize en yakın olan damak zevkidir… Kimchi zaten, hayatımın turşusu! Özetle bizim turistimiz için cennettir burası.
KAVUŞMAMIZ INCHEON’DAN…
10 saatlik uçuştan sonra Incheon Havalimanı’na iniyoruz ve valizlerimizi alıp alanın hemen önündeki otobüslerden biriyle; ucuza ve kolayca şehir merkezine iniyoruz. (3 sene önceydi; onlar da şimdi bize göre pahalıdır. Moralim bozulmasın diye hiç bakmadım) Çok yorgunuz ama elimizdeki haritadan, ayırttığım otelin bulunduğu mahallenin durağını iyi kesiyor, kaçırmadan düğmeye basıyorum.
Odamızın hazırlanma saatinden çok önce gelmişiz. Valiz koyacak alan da yok. Kuralları kesin. “14:00’ten önce alamıyoruz…” İkişer ağır valizi tekrar çekip ana caddeye çıkarak, yemek yiyecek bir yer bakıp vakit geçirmeye çalışıyoruz. O kadar yorgunuz ki, iş ya da tatil için gezdiğimiz 10 yılda, belki de 50 ülkede, ilk kez karım Seda’nın bir restoranda yemeğini beklerken uyuyakaldığını görüyorum. Masaya tek koluyla yaslanıp, mırıl mırıl uyuyor… İçindeki yatak odası isteği, çok sevdiği Kore mutfağını yeniyor.
UZAKTA BİZE EN YAKIN MUTFAK
Güney Koreliler, damak tadı bize en yakın Uzakdoğulular diyebilirim. Adamlar Samsung’a, LG’ye, Hyundai’ye sahipler ama akşamları şirketlerinden çıkıp, en kıyı köşe ucuz esnaf lokantalarında toplanıp, etleri sebzeleri kendilerinin pişirdiği barbekülerle doyuyorlar (K-BBQ) Çiğ malzeme önlerine geliyor, tencere içindeki suya kendileri atıp kaynatıyorlar. (Ramen, Dakhanmari) Baharat işini de bir Taylandlı bir Çinli kadar abartmıyorlar.
Kedi köpek akrep falan da yemiyorlar zaten. Porsiyonları çok büyük; bir tavuk kanadı tabağında 20 kanat saymışlığım var. Ve lahanadan yaptıkları acılı turşu “Kimchi” tartışmasız dünyanın en lezzetli “yan yemeği”. Keskin sirkeli, sarımsaklı, acılı tadı, size alıp Uzakdoğu mutfağının en lezzetli köşelerine götürüyor. Ayrıca yemekler Seul’da ucuzdu diyebilirim. Avrupa’da; Paris’te değil de Budapeşte’de yiyormuşsunuz gibi düşünün.
Uçak biletini ucuz bulursanız, o çok merak ettiğiniz Güney Kore kültürünü yerinde görmeniz, işten bile değil… Şu an pek çok genç kardeşimin, en tatlı dil ifadelerini takınıp, baskı yapmak için ebeveynlerinin yanına koştuklarına eminim… “BABA YAAA, BAK BURAK ABİ DE UCUZ DİYOOO…”
AĞIZLARIYLA İÇSELER KEŞKE
Otelimiz Euljiro caddesindeydi. Bu isimli caddelerden iki üç tane var… Hepsi numaralanmış, karıştırmamaya dikkat edin. Ucuz oteller 3 numaralı Euljiro civarında. Eğlenceli etkinliklerin düzenlendiği bir dere boyu “Cheonggyecheon” yine buradan başlıyor (ya da burada bitiyor) Bölge genellikle Koreli işçi sınıfının günlük yaşamını gösteriyor, oldukça hesaplı... Biz oradayken Cheongye Deresi boyunca bir Lantern festivali vardı ki; içten ışıklandırılmış Uzakdoğu binaları, çizgi roman kahramanları, tarihten gelen savaşçı maketleri; dere yatağında bunların kıyısından inanılmaz heyecanlı bir yürüyüş yapmıştık. “Kaç lira elektrik faturası gelmiştir bunlara” diye sormuştum karıma… “Ettin romantizmin içine” diye cevap vermişti.
Çok önemli bir not: Sağlam içiyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam Çarşamba akşamları, yalancı Cuma gibi bir bahaneyle galiba ve Cuma, Cumartesi akşamları; belli bir saatten sonra sokakta sallanmayan yok! Bir gece, yemin ediyorum, takım elbiseli, kravatı göbeğine kadar kaymış bir adamı, kaldırıma çarpmaktan zor kurtardım. Bir de birbirlerine öyle el şakaları yapıyorlar ki, affedersiniz bizim “ayı şakası” tabir ettiğimiz (onlar için Panda şakası olmalı) ağır şakalar yapıyorlar…
İçiyorlar, sohbet edip aşırı yüksek sesle gülüyorlar. Mekanın çıkışında da koca koca adamlar, birbirlerinin sırtına atlayıp birbirlerini devirmeye çalışıyorlar. Cidden. Çelme takıyorlar, bacak avuçlayıp “MMMMMUCK” diyorlar falan… Hiç demezsin bilişim firmasının CEO’su… Artık şirkette nasıl sıkılıyorsa adam.
HUZUR BAYRAKLARINDA
Güney Kore, bayrağında “hayata verdiklerinle hayattan aldıklarının uyumu” manasını taşıyan “Yin Yang’ı” kullanılmış. Çemberinin kırmızı kısmı Yang’ın ileriye dönük ve aktif evrensel gücünü, mavi kısmı ise Yin’in uyumlu ve durağan gücünü temsil ediyor. Bu iki güç birlikte, denge ve uyum kavramlarını sağlamlaştırıyor. Bir ülke, bayrağında felsefe kullansın; pes dedirtiyor.
Sokak pazarları ve alışveriş merkezleri de bir o kadar dengeli. Seul tam anlamıyla “herkese, her keseye uygun” reklamını hakkediyor. Hele hele kadınların merakının olduğunu bildiğim (teşekkürler Seda) cilt bakım ürünleri ve kozmetiklerin en doğal en etkili olanlarının, en ucuza bu şehirden, Seul’un bu çarşısından temin edildiğini biliyorum… Dengeden bahsettim ya; misal şehrin tam merkezindeki “City Hall” civarında, gündüzün en lüks alışveriş merkezlerini ve gecenin en renkli en lezzetli sokak pazarlarını bir arada bulabiliyorsunuz…
Myeong-dong tam bir efsane bölge. Uzakdoğu filmlerinde gördüğümüz “neon ışıklı tabelalar ve üzerinden dumanı tütün sokak tezgahları rutini” en hasıyla burada, Seul’un bu söylenmesi zor mahallesinde yaşanıyor. Burada kesinlikle Ddugbokki (Tteokbokki) yiyin. Korkmayın korkmayın, bol domates soslu hamur parçaları, ketçaplı erişte gibi bir yemek…
Bir de üzerine yumurta kırdıkları şekerli ekmekler ve yine şekerli reçelli hamur kızartmaları var (Hoeddeok) vallahi ben Güney Kore mutfağına ba-yı-lı-yo-rum. Deniz mahsulü kızartmaları da bolca var ama eminim çoğunuz bir tür hayvanın uzun kolunu bacağını tezgahın üzerinde bir bütün olarak görünce, yemek istemeyecektir. Ben mi? Şaka ediyorsunuz?
ALIŞVERİŞTEN TARİHE
Yürüye yürüye Namdeemun Market’i buluyoruz ve tarihi 600 yıl geçmişe dayanan bu sokaklardaki geleneksel, ucuz Kore pazarcılığının keyfine varıyoruz. Burada neler var; hem yiyecekler, baharatlar, hem de giyim kuşam adına pek çok yerel ürün. Hepsi de orijinal Kore malı. Ve tabii ki şifalı bitkilerin, tohumların bulunduğu ünlü aktarlar! Nerenize ne sürerseniz iyi gelir; tüm sorularınızın cevabı burada…
Bütün bu malların 1700 dükkan ve 10.000 tezgahta pazarlandığı söyleniyor. Burası dev bir pazar şehri sanki. Gündüz dolaşıyorsanız, pazarın büyük güney kapısı olarak bilinen “Sungnyemun kapısından” çıkıp, Joseon Hanedanlığı dönemi saraylarının bulunduğu bahçelere ulaşabilirsiniz. Seul’un en güzel manzaralı en romantik yolları buradadır. İlk baharda yeşil, sonbaharda kahverengi, sarı, kırmızı… Büyük saray kompleksi “Deoksugung” boyunca romantik yürüyüşler yapabilirsiniz.
Biz tam olarak yapamadık tabii. Daha ziyade çekim, çekim… Sanırım tekrar gitmek istediğim yerlerin başında Seul var. Ülkenin kurucuları olan Joseon Hanedanlığının kralları tarafından yaptırılan "Beş Büyük Saray” görülmeye değer yapılardan. Tarihi yapılarının rengi, bugünkü günlük hayatın bir parçası. Tarih ve din ne çok baskın, ne çok uzak, Güney Kore gününüzün hep içinde olacak. Şehri iyi tanımak istiyorsanız mutlaka bu saraylar bölgesini adımlayın derim. İmparatorluk Sarayları bölgesine çok uzak olmayan bir alanda, hali hazırdaki devlet başkanının ikametgahı olan ünlü “Mavi Ev” var. Şimdi o yöne ilerliyoruz…
Güvenlik kat kat artıyor tabii. Park yolu daralıyor, yolun sonu tek kapıya düşüyor, polisler ve özel askerler, ekstradan pasaport sormaya başlıyorlar… Yaklaşıyoruz. Ama pasaportlarımız otelde. Bugün için bu ziyareti planlamamıştık çünkü… Yürü yürü buralara kadar geldik madem mavi çatılı evi görmeden dönmeyelim, dedik. Vaktimiz de az. Bir daha gelemeyiz…
Kapıdaki polis –çat on the pat İngilizceyle- içeriye devam etmek için “PASAPORT” diyor… Ben cüzdanıma davranıyorum, başka belge yok, TC kimlik çıkaracağım… “Acaba” gözlerle bakıyorum “kimlik olmuyor mu” gibisinden… Bu daha Ay-Yıldız’ın ucunu görür görmez “OKAY TÜRK TÜRK” diyor ve eliyle içeriye “geç geç” işareti yapıyor… Gözyaşlarım şelale.
KALBİ KORE İÇİN ATANLAR!
Kalbi Güney Kore için atan çok arkadaşım, özellikle de genç arkadaşım var biliyorum. Sebebini öğrenelim, yok yoluna gitmeyelim: Hallyu, 1990’larda başlayan bir tür “Kore Kültürü rüzgarı.” İki tarafı ağır basıyor: Müzik ve Sinema-TV yapımları. Dünyadaki Boy Band kavramına bambaşka, çok renkli bir boyut getiren Güney Koreliler, sonra bu gruplara Girl Band’leri de ekleyerek, ortalığı kasıp kavuruyorlar…
Çocuklar saçlarını bir savurdu mu, olay oluyor, teenage’ler ayılıp bayılıyor… Kızlar ne giyse ertesi gün dünyanın yarısı, ondan giymeye başlıyor… Ayrıca dünyanın pek çok ülkesi, buna bizimki de dahil, aşk dizilerinin ve filmlerinin konularını “Kore yaratıcılığından çıkmış” öykülere bakıp yazıyorlar. Meraklıları Seul’daki SM Town ya da JYP Entertainment gibi merkezleri bulur; sevdikleri yıldızların maketleriyle fotoğraf çektirebilirler. Buralar onların yapım şirketleri ve bazen şarkıcıların dizi yıldızlarının kendileri de orada olabiliyor. Insa-dong da yine kaçırılmaması gereken bir bölge…
Bir kilometre uzunluğundaki caddesi boyunca tüm detaylarıyla Kore geleneksel kültürünün parçalarını görüyorsunuz… Benim gözüm sadece tatlıları görüyordu tabi. Allah’ım ne şekerlemeler, ne nişasta pelteleri, ne bisküviler… Hele hele, balın karamelize edilip, tel tel, kadayıf gibi örülüp, şekersiz bir pişmaniye şeklinde sarıldığı ve içine ceviz fındık fıstık katıldığı bir tatlı var ki.. Adına “Ejderha Sakalı” deniyor. Kkul Tarae. Nefis”.
GÜNE VE DÜNE SAYGI
Ağzımızda güzel tatlar bırakan bu dost ülkeden ayrılmadan; bir iki not daha anlatayım… Namsan dağı bölgesi aslında Seul şehir merkezinde bulunan ama şehrin çok farklı bir yüzü… Baharlarda pembe sarı kahverengi renkleriyle, yaz aylarında koyu yeşil ormanlarının sağladığı gölgelikleriyle, kışın (İnternetten gördüm) müthiş kar manzaralarıyla, doğa harikası bir bölge Namsam.
Haritanıza yazın; Dongdaemun metro durağında gideceksiniz. Zaten hemen altında iniyorsunuz bahsedeceğim yerin… Şimdi yüz adım kadar geriye çekilip bakın. Dongdaemun Design Plaza denen bina, benim jenerasyonumun “Atılgan Uzay Gemisi” olarak bileceği yapıda bir AVM… Yani, utanıyorum ama, ağaçları kestin mi de böyle bir şey için keseceksin arkadaş! (Tamam tamam. “Ağaçları söküp sonra başka yere dikmek” diyelim) Ve tabii ki “Gangnam”. Şehrin modern yüzü. Ciks tabir ettiğimiz -ki sanırım bu tabir bile eski kaldı- havalı kıyafetli, pahalı pabuçlu, üstü açık arabalı insanların piyasa yaptığı bölge…
PSY’ın ünlü şarkısının hikayesinin geçtiği yer... Seul’un Bağdat Caddesi diyebilirim. Şarkının adının hatıra tabelasını bulup, altında o klipteki dansı yaptığımız doğrudur. Şehrin en kalabalık ve hareketli semtlerinden Itaewon’un güney sınırına doğru; ortam sakinleyip dükkan ve restoran curcunasından sıyrılınca, bir Savaş Müzesi ve Kardeşlik Anıtı göreceksiniz. Burada, savaşlarda kaybettikleri askerler anısına heykeller ve yazıtlar var… Kardeş ülkelerin dikili anıtları arasından Türkiye’yi buluyor, bu güzel şehirdeki son karelerimizi burada çekiyoruz…
Güney Kore’deki asıl şehitliğimizin, başkentin 320 kilometre güneyindeki Busan şehrinde bulunduğunu hatırlatmak isterim. Kore Savaşı’nda şehit düşen 720 askerimizden 462’sinin mezarları 1951’de yapılan bu şehitlikte yer alıyor. Rahmetle anıyoruz. Tüm dünyaya; tarafsız, koşulsuz, safi BARIŞ diliyoruz. Güney Kore, seni seviyoruz.