Şimdi tekneden bir evde, verandamızda çiçekleri sulamak; kanaldan geçen kayıkları izlerken sıcak çikolatamızı yudumlamak vardı… Böyle şanslı insanlar var, evet. Amsterdam’da onların âlâsı var! Kuzey Denizi’nin Avrupa kıtasına sokulduğu toprakların büyük körfezleri ve Amstel Nehri ile IJ Körfezi’nin birleşimi, ‘kanal kanal’ bir delta oluşturmuş. Bu coğrafi farklılık da dünya üzerinde eşine çok rastlanmayan, böyle güzel bir şehir meydana getirmiş. Ticaret limanı olma özelliğiyle zenginleşiyor, dışarıdan gelen insanlarla birlikte eğlenceye kucak açıyor… 90'a yakın adadan meydana gelen bu şehirde, 850 bin kişi yaşıyor. Nüfus, yakın ilçeleriyle birlikte 1,5 milyonu buluyor. Yakın ilçeler demişken; Volendam ve Edam bu konuda, turistlerle gezginlerin ilgi odağı; son satırlarda oraları da gezeceğiz. Beş favori şehrimden biridir burası: Amsterdam!
SANA SARI LALELER ALDIM BLOEMENMARKT’TAN
Sarı laleleri, turuncu formaları, buzdolabı süsüne benzeyen şirin mi şirin evleri, ünlü çiçek pazarı Bloemenmarkt’ı gezmek, lale soğanı almak ve sonra onları evde çürütmek… Siz siz olun, sadece çiçeklere saplanmayın, hemen arkasındaki sokaklarda kurulan bit pazarlarını, ikinci el dükkanlarını keşfe dalın. Karımın aldığı Alp Dağları manzaralı küçük deri çanta, hâlâ evimizin en değerli köşesinde, kullanılmaya acınan bir süs şeklinde duruyor.
Sosyal mesafe vardır artık elbette ama sosyallik denince de Avrupa’da ilk akla gelen; bu şehrin kafeleridir. ‘Büyüklere eğlence’ diye tabir edebileceğimiz mekanların toplandığı Red Light bölgesi, uzun uzun sofrada oturulan peynirli kruvasanlı hafta sonu brunch’ları, külahta karidesleri, midyeleri, soğuğundan sıcağına kadar çeşit çeşit içecekleri! Arap nargilecileri, Arjantin biftekçileri…
İngiltere’den sonra Avrupa’da en yaygın İngilizce konuşan halkın doldurduğu; dar, şirin, sürprizlere açılan sokakları… İki gidişimde de merkezden birkaç halka dışarıdaki otelleri tercih ettim; malumunuz bu tür yerleşim bölgelerinde “Merkezi otel” dediniz mi turiste acımazlar!
Evet, otelimizden çıktık; yarım saat sağa sola bakına bakına yürüdük… Aman! Bisiklet yollarına ve geçen bisikletlere çok dikkat ettik. İşte Amsterdam’da, ünlü Vondelpark’ı da içine alan Oude Zuid bölgesindeyiz. Ama kanallara ve evlere bakmaktan, geçen bisikletlileri fark etmek çok da kolay olmuyor. Geleneksel Hollanda mimarisine sahip evleri; gevşek zeminden dolayı kazıklar üzerine inşa etmişler.
Temele minimum ağırlık yapsın diye de duvarlar az, pencereler bol tutulmuş. Şehre uçakla Schiphol’den de gelseniz, trenle Amsterdam Central’dan da gelseniz, mutlaka üç günlük (15 euro) turistik şehir kartlarından alın. Hem ulaşımda hem de müzelerde indirim sağlar.
‘DAM’ ÜSTÜNDE EĞLENCE
Dam Meydanı, şehre gelen turistlerin ve gezginlerin şüphesiz ki yola çıkış noktasıdır. Kraliyet Sarayı, Yeni Kilise (Nieuwe Kerk) ve Avrupa’nın en kapsamlı Madame Tussauds Balmumu Müzesi bu meydanın şöhretli üçlüsüdür. Şehrin turistik yemekçileri de bu civarda konuşlanır, ki Hollanda’nın öyle aman aman orijinal bir mutfağı olduğunu söyleyemeyeceğim.
Oude Kerk’e doğru, yani Eski Kilise yönüne giderseniz, en sevimli en hareketli kanallarla buluşmuş olur; suyu takip ede ede Red Light District’e kadar ulaşırsınız. Eski liman şehirlerinin loş ışıklı eğlence alışkanlığı, tarihten gelen bir turizm şeklinde sürmektedir. Bu arada, 1578 yılında tamamlanan Eski Kilise’nin içinin bir müzeden hallice olduğunu da notlarıma eklemek isterim.
Koridorlarında 16. ve 17. yüzyıldan kalma orijinalliği korunmuş tablo ve heykeller, ülkenin ileri gelenlerinin mezar taşları ve ihtişamlı bir kilise orgu göreceksiniz. Kapalı mekanları gezerken kendinizi fazla kaptırıp Kuzey Avrupa’da olduğunuzu unutmayın.
Yaz aylarında değilseniz, göz açıp kapayıncaya kadar bitecek kısa bir gün var karşınızda. Ve bir küçük not daha; başta mimari özelliklerinden bahsettiğim o sevimli evlerin koyu renk ve siyaha yakın olanların, resmi olarak belirtilmese de 2. Dünya Savaşı’nda Alman askerlerine yardım edenlerin evleri olduğu söylenir. Bunların çoğu şu an iş yeri olarak kiralanıyor.
KRALLAR GİBİ YAŞAMAK
Amsterdam’a, Hollandalıların yılda bir kez kutladıkları ‘King’s Day’ zamanında gitmiştik. Kralın tahta çıkış kutlamalarıdır. Öncesinde kraliçenin kutlamasıymış, sırasını savdığı için kralın kutlaması olmuş. Herkes kesinlikle turuncu ve kesinlikle neşeli ama asıl kutlamalar otelciler arasında yapılıyor. Normalde 40-50 euro olan gecelik oda ücretleri, bu hafta münasebetiyle 100-120 euro arasında olabiliyor.
Merkeze 10 kilometre ötede 80 euro’luk bir otel bulabildik ama onun da odaları hayli küçüktü. İki kişilik yatakta bizim gibi etli butlu iki kişinin yatması mümkün değildi. Geceleri küvete yorgan döşeyip, romantik Hollywood filmi tadında, içinde mi uyusam diye düşünmedim değil. Cırcır olurum diye vazgeçtim. Sokağa çıktığınız anda turuncu bir denizin dalgalarına kapılmış sürükleniyorsunuz sanki.
O turuncu dalgalar bizi şenliklerin en hareketli olduğu Vondelpark’a kadar savuruyor. Kafamız gördüklerimizden allak bullak olmuş, medeniyetten boğulmamıza az kalmış… Tam o anda uzun boylu bir adamın, yüzünün yarısını kaplayan gözlüğüyle, 1983’ten çıkıp gelmiş gibi bana doğru seğirttiğini gördüm. Elinde tuttuğu kartonda ‘FREE’ yazıyordu. Wi-Fi mı o? Yok, ‘FREE HUG!’, yani sarılacakmışız efendim.
Onlar kendilerine “Karşılıksız Kucaklayan” manasında bir şey diyor. İnsan baştan bir işkilleniyor; bir şey ‘free’ olarak niteleniyorsa normal şartlarda para verilerek yapılan bir hareket olması gerekmiyor mu? Eh, sarılmanın para verilerek yapılanı da ne bileyim işte… Tüm bunları düşünürken o, “Karınıza da sarılacağım” şeklinde göz devirdi! Ailecek tehlike altındayız! “Sen kaç kurtul Seda, ben onu oyalarım!” dedim.
En azında usturuplu sarıldı. ‘Free hug’, bir mutluluk paylaşımı hareketidir. “Ben, sana sarılayım, sen başkasına sarıl; sevgimiz hoşgörümüz kalpten kalbe geçsin, dünyaya yayılsın” diyorlar. Biz iki insancık, gönlümüzü Hollanda’da öyle bir bırakmışız ki; her fırsatta, “Pandemi bitince Amsterdam’a bir daha mı gitsek, bu kez iş olmadan” muhabbeti yapıyoruz.
ESKİ KULAĞI KESİKLERDEN
Durmak yok, keyfe devam. Amsterdam, her milletten turistiyle, her türden eğlencesiyle bizi bekliyor… Hava da güzel; benim aklım elbette tekne turunda. Pek çok firmanın çeşitli tekne turu var. Bu şehri sudan gezmeden tam olarak anlamanız mümkün değil. Gezdikten sonra da aşık olmamanız… Vincent van Gogh’un hayatında sadece 10 yıl aktif olarak ressamlık yaptığını biliyor muydunuz?
Ailesindeki sanat simsarlarının teşvikiyle 1880 yılında tablo üretmeye başlayan ünlü ressam, ilk dönem eserlerinde etrafındaki köy hayatını konu alırken, son dönemde daha bir depresif. Usta ressam, 1890 yılında, 37 yaşında, kendini kapattığı akıl hastanesinde yaşamına son veriyor. Dünyanın en kapsamlı Van Gogh Müzesi, malumunuz üzere Amsterdam’da. Kuyruğu uzundur, biletini internetten alınız.
Çok önemli bir müze alanı da yine Van Gogh’a yakın mesafede, Vondelpark’ı kenarınıza alacak şekilde durur. Modern Sanat Müzesi, Stedelijk ve Rijksmuseum sırt sırta sizleri bekler. Kaldı ki Rijks Müzesi, Flemenk eser sayısı ve değerleri bakımından Avrupa’nın ilk 10’una rahat girer. Amsterdam Şehir Müzesi, Rembrandt Müzesi ve Korku Müzesi; ayrıca lüks mağazalar ve hediyelik dükkanları ise hep Spui üzerinde ya da paralelinde yer alıyor. İlla peynir almak isterseniz, yine Spui üzerindeki, biraz pahalı markaların peynircilerini tercih edebilirsiniz.
GİTMEM, GİDEMEM!
Öyle gariptir işte Amsterdam; eğlenceden sanata, romantizmden çılgınlığa koşturur durursunuz. Size, “Gitmem, seni bırakamam” dedirtecek cinstendir. Amsterdam’ın güney ve güneydoğusu şehrin en son gelişen bölgesi olmuş. 1980’lerin sonlarına kadar evsizlerin ve komün halinde yaşayan suçluların yerleşim yeri olan mahalleler, zorlu bir rehabilitasyon sürecinden geçirilmiş…
Şimdilerde müzik okulları, Hollanda Opera ve Balesi ve Waterloo Meydanı ile kent pazarı bu bölgede bulunmaktadır. Hermitage Amsterdam Müzesi ve şehrin hayvanat bahçesi de bu yakadadır. Bilim merkezi olan NEMO ise 1997’de İtalyan mimar Renzo Piano’nun tasarladığı ünlü binasıyla bilinir. Çok büyük değildir Amsterdam ama elinizde bir harita ya da bir yön cihazı yoksa şehri çözmek sıkıntı yaratabilir. Örümcek ağı şeklindeki kanallarla örülmüş alanda her an kaybolabilirsiniz.
YEL DEĞİRMENİ GÖRELİM, JUMBO KARİDES YİYELİM
Amsterdam’a yakın olan Den Hague (eski Lahey) ve Delft diye iki şehir daha var ki; her biri birer masal şehridir sanki. Mutlaka uğramalı, gezmelisiniz. Sonunda da tabii ki balıkçı köyü Volendam ve peynirci köyü Edam! Hollanda’nın neresinde kalırsam kalayım; karnım acıkınca atlayıp Volendam’a gidesim, taze deniz mahsullerinden yiyesim gelir.
Aslında, Avrupa’nın her yerinden atlayıp gitmeye değecek kadar lezzetlidir. Belki de dünyanın her yerinden… Kuzey Denizi kıyısı boyunca sıralanmış tezgahlardan ve büfelerden (Benim sevdiğim, pütürsüz ve daha yoğurt kıvamlı) tartar sosu ile jumbo karides ve kalamar ziyafeti çekebilirsiniz. Üzerine de sokakları mis gibi sıcak hamur kokutan, o çikolata soslu minik kreplerden yiyebilirsiniz.
Şimdilerde Beşiktaş’ta yapmaya başladıkları çikolatalı lokma tatlısının atasıdır buradaki mini krepler. Geçmişi İstanbul’a dayanan ünlü lale soğanlarından alayım, çiftçilerinin su geçirmez tahta ayakkabılarından alayım (evde denemeyin), bir de onların pastoral desenli keçe terliklerinden alayım…
Yok efendim magnetidir, peyniridir, kekidir, ikinci el vintage’larından cool giysisidir derken Amsterdam seyahatiniz bir noktadan sonra ticarete dönüşüverir. Bütçenizi ona göre yapıp gitmenizi öneririm… Yollarda da ona buna sarılayım demeyin öyle! Şu dünyada iyi bir şey FREE olabilir mi, Allah aşkına?