BİR 'DÜNYA ŞEHRİ'
Geçen hafta sayfamı bitirirken “Vefa sadece İstanbul’da bir semt ismi değildir” demiştim. Evet serde Çok Gezentilik var; sizlerle iki aydır Türkiye’nin yazlık rotalarını geziyoruz ama artık yurt dışına açılmak istiyor şu deli gönül... Ancak bunu memleketime uğramadan da yapmak istemedim.
Satırlarda da olsa rahmetli anamı babamı bir ziyaret edeyim, uzun yollar sonu en nihayetinde varacağım toprağımı bir göreyim, dedim... Büyük şehirde yaşayanlar için de harika bir kaçamak olacaktır bu rota... Hatta bu yazıyı, yoğun iş hayatınıza iki üç günlük huzurlu bir mola vermek için faydalı bir referans olarak da alabilirsiniz. Dünya kenti Kırklareli’ye hoş geldiniz. Pardon “oş” geldiniz.
İĞNEADA DOĞASINA DUACIYIZ
Şehre TEM Avrupa Otobanından değil de, Çerkezköy-Vize yolundan gidelim ki, bir küçük Kıyıköy, bir de İğneada molası verelim… Bu yazıda verdiğim sıkıştırılmış molaları; sizler her bir nokta için birer ikişer gün olarak yapabilirsiniz. Hak ederler. Hele hele İğneada’da Longoz Ormanları macerasına girdiniz mi; vallahi bir hafta bile geçer o yörede...
Özellikle doğa tutkunları, trekkingciler, kampçılar için Trakya’nın kuzey doğusunun; Kıyıköy, İğneada, Longoz ormanları, Kastro Sahili gibi doğal avantajlar vardır. Kıyıköy, büyük şehirden gelip güzel mezeli, balıklı, serin serin bir yaz akşamı geçirmek isteyenlerin favorisidir. Yiyip içip üzerine fırında kaşarlı helvanızı gömer, balıkçıların iskelesine bakan tepede oksijeninizi depolar, pansiyonunuzda derin bir uykuya dalarsınız…
Sabahında artık sizde “Trakyalısınız”! İşte buradan sonraki yol, benim hayat felsefemin de aynası olan o yoldur. 50-60 kilometre öteye İğneada’ya giderken, ağaçların yemyeşil bir koridor yaptığı hat her seferinde bana “Hayat varılan nokta değil, gidilen yoldur” dedirtir. Yaşadığınız anın değeri, hiçbir hedefte yoktur. Çünkü an “gerçek”, hedef ise her zaman bir “ihtimaldir”… İğneada elbette ki Trakya’nın varılabilecek en güzel hedeflerinden biri.
Yazın sahili biraz kalabalık olsa da kaçıp huzurunuzu bulabileceğiniz ormanlar, yine burada… Milli parktaki longoz ormanları, Yıldız Dağları’ndan Karadeniz sahillerine doğru akan derelerin taşıdığı alüvyonlar üzerinde yükseliyor. Evet, suyun üzerinde yükselen bu Longoz tipi orman dünlada; Amazon, Kongo Havzası ve İğneada-Kıyıköy sahil şeridinde var sadece.
Bu durum canlı çeşitliliğini de arttırıyor. Su bu; elbette can verecek. Ülkemizin kuş varlığını oluşturan 450 türün yarısı bu alanda görülebilmekte. Erikli Gölü Longozu, Saka Gölü Longozu, Mert Gölü’nün duru manzarası… Hangi eller buraya santral yapar; şaşarım.
SANKİ BİR YERALTI MÜZESİ
Yarım gün kadar ayırıp özel bir noktaya daha uğrayalım; akşamüstü kuzeydoğu Trakya turumuzu bitirir, Kırklareli merkeze kapağı atarız. Üsküp sapağından girdikten 45 dakika sonra Dupnisa Mağarası’nın otopark alanındayız. Yürüyerek mağaraya gideceğiniz yol, ayrı bir güzel. Ama mağaranın için, tam bir yeraltı müzesi.
Marmara Bölgesi’nin en fazla yeraltı şekli barındıran en ünlü gezi mağarası Dupnisa. Kuru mağarası 900, Sulu mağarası 1700 metre; toplam 2,5 kilometreden fazla bir yürüyüş parkuru sizi bekliyor. Yanınızda uzun kollu birşeyler bulundurun; iki mağara arasındaki ısı farkı gerçekten şaşırtıcı. Girişteki tabelaların, benim iki gidişim arasındaki 20 yılda aynı kırık döküklükte olması da bir başka şaşırtıcı gerçek tabii. Dupnisa macerası ıskalanmamalı.
‘KÜÇÜK ŞEHİR TASASIZLIĞI’
1977’de Kırklareli Tevfik Fikret İlkokulu’na başladım; okul evimin önünden 100 adım yürüme mesafesindeydi... Yayla mahallesinde hala dimdik ayakta duran taş gibi bir binadır. Vali Faik İlkokulu ise ağabeyin Alp’in mezun olduğu okul; o da şimdilerde restore edildi, taş haline geri döndü...
Ağabeyim, ben ve okul arkadaşlarımız; kocaman bahçeli evlerimizin “tasasız” günlerinde yeşerdik. Bazıları ahşap, dev portalı evler; bazıları taştan eski Rum binaları... Labada otları arasında gizli koridorlar açar, ağaç evlerimizin tavanından sarkan üzüm salkımlarıyla doyardık.
Evet, açıkçası büyük şehir çocuklarından çok daha tassızdık. Ne kalabalık semtler, ne servis aracı stresi, ne araba geçer çarpar korkusu... O büyük şehir çocuğunun beyninin tasalarla dolan kısmı sende boş olunca, daha fazla boş alan var olunca yani; o yere hayalgücü, macera tutkusu, yazme isteği, ne varsa dolduruyorsun işte... Çok şey kattı bana Kırklareli tasasızlığı.
KARA KAŞ, KARAGÖZ, HACİVAT
Küçük bir şehir ama büyük bir resimdir Kırklareli. Nam-ı diğer Karagöz, Sofyozlu Bali Çelebi, 14.yüzyılın ilk yıllarında Kırklareli yöresinde inşaat işleri yapar; hoş sohbetiyle ve şakalarıyla herkesi kendine hayran bırakırmış. Evliya Çelebi böyle söyler. Dünyaca bilinen o çok özel Kakava şenlikleri, Kırklareli’de beraberine “Karagöz Kültür ve Sanat Festivali” kapsamını da almış, Trakya’nın en özel şenliklerinden biri olarak varlığını sürdürmektedir…
Ben küçükken sadece yumurta haşlayıp kuru köfte yapıp Şeytan Deresi kenarında lüplettiğimiz Kakava- Hıdrellez günleri, artık ülkenin en güzel konserlerine ve sanat etkinliklerine sahne oluyor. Beni en çok da İstasyon altında kurulan sucuk ekmek çadırları ilgilendiriyor tabii. İştahlı bir Trakya kızanı olarak!
ŞEHRİN MERKEZİ ARASTASI VE KASAPLAR ARASI
Arasta Bedesten... Yapısal açıklamasıyla başlayacak olursak “Bedesten”; değerli ticari malların satıldığı, kemerli ve üzeri kubbeli tarihi yapıların Farsça kökenli adıdır. Arasta ise ‘aynı türden malların satıldığı yer’ manasını taşır. Kırklareli’nin merkezi neresidir derseniz; Nasreddin Hoca’nın eşeği buraya uğramadığı için, ben o soruya “Arasta Bedesten” noktasıdır derim.
İşte Türkiye’nin en yaşlı çınar ağaçlarından birinin karşısında, Trakya’nın en eski cadde çarşılarından Karaumur’un ucundasınız. Büyük Camii’yi ve Çeşmesini kucaklayan alanda; kıyısında tarihi hamamıyla, Türkiye’nin en eski Kapalı Çarşılarındandır Arasta Bedesten. İçinde kumaşçılar, düğmeciler, makara iplikçiler; yıllardır aynı aileler tarafından işletilen tuhafiyelerin olduğu, tarih kokan iki pasaj.
Annemin beni ‘ibrişim, jorjet ve gupür’ gibi, manalarını hala bilmediğim şeyleri almam için Arasta’ya gönderdiği yıllar... Harika yıllar... Tasasız yıllar... Aaah ah..! Arasta’dan çıktığınızda kulağınıza neşeli sohbetlerden sesler geliyorsa; Kasaplar Arası’na doğru gidiyorsunuz demektir... Cennet ve Koza pastanelerini geçer, 1939’dan beri aynı yerde. (Rahmetli dedem Mustafa Akkul’un adını ve keşfettiği tadını taşıyan) Küçük Mustafa Köftecisini görürsünüz.
İşte “Kasaplar Arası” başlıyor. İçeride sokak üzerinde Gürdallar, Dörtler; memleketim diye söylemiyorum, bence Türkiye’nin en has, en taze ve en lezzetli köftesini buralarda yersiniz... Bir de Kırklareli-İstanbul yolunda, Kavaklı Köyü girişindeki Işık Restoran (Tezeren) benim ömrü hayatımda yediğim en iyi kuzu pirzolayı yapar. Dip not olsun gidenlere; dipleri düşürmecesine...
İSTASYON CADDESİ DEDİN Mİ AKAN SULAR DURUR
Gazete yazısına yakışan bir tabir mi emin değilim ama Kırklareli’nin İstasyon Caddesi tam bir “yayma” yeridir... Kendinizi yayabileceğiniz pek çok park ve kafe, çekirdek çitleme bankları, süt mısır, waffle, simit, gözleme ve lokma gibi sokak lezzetleri ile akşam 16:00- 17:00 gibi gelir; gece yarısına kadar oturur etrafı izlersiniz. Caddeye girmeden Agam Börek’ten, efsane yağlı kıymalıdan bir porsiyon da yaptırabilirsiniz tabi...
Parktan çay alır, oturur yersiniz... Eskiden ‘Gör Beni-Al Beni Caddesi’ derlermiş buraya; Türkiye çapında da bu adıyla pek meşhurdur, İstasyon. Gençlerimiz ilk “evin önü” kabuklarını, İstasyon’a çıkarak kırarlar. Ayıptır söylemesi ben de öyle yapmışımdır... 10’lu yaşların ortalarında buraya gelip güzel güzel giyinmiş kızları görmek; bizim için “ergenlik” demekti.
Öyle de kibardır işte Trakya çocuğu: Baka baka ergen olduk... Buralara modern kafeler eklendi tabii şimdi ama çağın bir şartı bu. Serbest piyasa ekonomisini çocukluğuma tutsak edecek değilim. Şimdiki hali de pek bir düzenli, pek bir keyiflidir İstasyon’un. Belediye Başkanı Mehmet Kesimoğlu, kendi bağımsızlığından da yola çıkarak, alışıldık kentlerden çok bağımsız bir havada olan bu kenti, özüyle büyütmeyi bildi.
ZAMANIN DURDUĞU YER “YAYLA”
Ve gelelim doğduğum mahalleye; Yayla’ya… Bu mahallenin başrolü tartışmasız Yayla Parkı’dır. Burak kardeşinizin tavsiyesidir; İstanbul’a 220 kilometre var yok, iki buçuk saatte gelirsiniz… Canınız sıkılınca, bunalınca; atlayın arabanıza, Kasaplar Arası’nda bir köfte bir piyaz attıktan sonra Yayla Parkı’na çıkıp bir duble Türk kahvesi söyleyin. (Yol üzerindeki Dibek Kahvesi de elbette pek meşhurdur)
Yayla Parkı’nda çınarların altında serinlerken, önünüzde Vali Faik Okulu ve harika bir kültür merkezi olan Atatürk Evi, tam karşınızda Yayla Camii ile; orada zamanın nasıl durduğuna şahit olacaksınız. Caminin tam arkasındaki sarı ahşap konak da bu kardeşinizin doğduğu evdir işte. İşin ilginci ağabeyim de aynı evin aynı odasında, babam da aynı odada doğmuştur. Şimdi baba ve annem nur içinde yatarken orada; bizim de gözümüzün nurudur o Kırklareli.
PEYNİRCİLERDEN ESKİ KAŞAR KIZILCIKDERE’DEN SUCUK
Sosyal medya yazılarının modası oldu şimdi; bitirmeden onu da yapalım: “Kırklareli’den gitmeden neler almalıyız?” Bir kere “eski kaşar” benim listemin başıdır. Hemen her peynirciden alabilirsiniz, başınız ağrımaz. Al Gündüz, Süzülmüşler, Gürkaşlar; en köklü ailelerdir bu konuda…
Sucuk ise hemen 10 kilometre kıyıda, Vize yolunda, Kızılcıkdere köyünden alınacaktır. Köfte gibi sucuk derler ya; pişince “gobalak” gibi olur denir buralarda... Bir de, yolda ağzınız tatlansın diye, uzun yıllardır bu işi yapan nefis Tatsan helva… İşi yürüten genç kuşak yeni yeni çeşitler katmış, nugaları falan efsane; Londra’da markette bile rastladım, gurur duydum.
Yi çocuğum yi, enerji verir! Ve mutlaka ki Kültür ve Turizm Bakanlığı Kırklareli Müzesi’ni gezmeden şehirden ayrılmayacaksınız. Kent müzelerinin en şirinidir diyebilirim. Hatta dedim.
YENDİK SENİ KORONA!
Ali Rıza Efendi Kültür Evi ve Atatürk Evi gibi ziyaret yerlerinin 11 Ağustos Salı 2020’den itibaren, yani pandemi krizinden sonra yeniden, kapılarını ziyaretçilerine açtığını buradan duyurmuş olalım. Kırklareli’yi Koronavirüsü ile yaptığı başarılı mücadeleden dolayı da kutlayalım.
Zaten bu talihsiz dönem boyunca gelişen vaka istatistikleri, özellikle Belediye’nin bu başarısını açıkça gösterdi. Mutlu insanlar, hep mutlu kalın… Ben de sizin bir parçanız olmaktan, sonsuz mutluluk duyuyorum. Haftaya yavaş yavaş yurtdışına açılalım mı sevgili okuyucum? Mimarisi, yemekleri, müziği ve dansı dünya çapında efsane olan, sıcak bir Akdeniz şehrine mesela..