Mesleğinde oldukça başarılı, ülke çapında tanınan ve çok sevilen bir kadın geçen gün Facebook gönderisinde çocukluk fotoğrafını koymuş; gülüyor, çok tatlı, cıvıl cıvıl velet halini.
Gönderisine çocukken kendisini çirkin, kara kuru, ciddi, yabani, sulu gözlü bir çocuk olarak hatırladığını, yayınladığı çocukluk fotoğrafına baktığında ise kendi hakkında hissettiklerine inanmakta zorluk çektiği yazmış.
Fotoğraftaki çocuk öyle tatlı, şirin ve içten gülmüş ki, içine sokasın geliyor, bırak çirkin bulmayı…
Gönderiyi okuyunca kendi kendime “Bir insan bu kadar tatlı olup da bu halini nasıl çirkin bulabilir ki?” dedim.
Konu kendisiyse insanın görüşlerine genelde güvenmemek gerekli, işte..
Kendimize yapabileceklerimizin haddi hesabı yok, öyle değil mi?
Deniyor ki kendimize yönelik algımız ana karnında başlıyor.
Annemizin hamilelik deneyimi bizim deneyimiz haline geliyor, ondan sadece besin almıyoruz, duygu deneyimi de alıyoruz.
Sonrasında bir eve, bir aileye gözlerimizi açıyoruz…
Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, ninelerimiz, dedelerimiz, vs. de kendi hikayeleri eşliğinde bizi karşılıyorlar.
Bizler hem bedenen hem de duygusal olarak aciz ve beslenmeye muhtaç olduğumuz hayatımızın ilk döneminde, hiç farkında varmadan kendimize ailemiz eşliğinde bakıyoruz.
İçine doğduğumuz ev, o ilk aile evimiz bize nasıl bakıyorsa, o bakış iç gözümüz oluveriyor.
O evde varlığımız eğer neşeyle karşılaşmışsa, abartılmadan ya da yerilmeden olduğumuz gibi kabul görmüşsek, ihtiyaçlarımız olabildiğince doğru anlaşılmışsa, sınırlarımız sevgiyle çizilmişse, ne mutlu bize, gerçekten şu dünyada şanslı azınlığız. Arkamızı güvenerek yaslayabileceğimiz yetişkinler varsa etrafımızda ve hele bu yetişkinler bize kendimizi sevilmeye değer ve yeterli hissettirmişlerse…
Ve şimdi doğduğumuz evi bu tablonun tersi yönde kurgulayalım; sevilmek, iyi davranış görebilmek için kendimizi ispat etmemiz gereken, sınırların çok katı ya da hiç olmadığı, ihtiyaçlarımızın anlaşılmadığı, olduğumuz kişinin eleştirildiği, belki de görülmediği, etrafımızda duygularıyla başa çıkabilen, güvenebileceğimiz yetişkinlerin olmadığını bir ev…
Elbette hayat “Ya hep ya hiç” şeklinde olmuyor ya da her zaman işler öyle yürümüyor…
Evler de “Ya o ev ya bu ev” diye keskin çizgilerle ayrılmıyor…
Yukarıda çizmeye çalıştığım birbirine zıt iki ev atmosferi çoğu zaman kendine özgü bir ortaya karışık formülünde çıkıyor karşımıza.
Bu “ortaya karışık” vaziyetler sayesinde bazılarımız geçmişe dönüp baktığında güzel, huzurlu bir ev ortamı hatırlasa da kendine dair imgesinin kolu kanadı kırık oluyor.
Uzmanlar diyor ki, çok küçük yaşlardan itibaren bebekler, çocuklar annesinin babasının, çevresindekilerin onun hakkında neler hissettiğini, onu nasıl gördüğünü kelimelere hiç dökülmese bile hisseder, bilir.
Görülme biçimimiz, zamanla bizim görme biçimimiz haline geliyor.
Çocukluğa dair acı olan şu; tüm bu dönemde tamamen savunmasızız, kendimizi koruyamıyoruz. Kendimizi koruyabilmek için bazı stratejiler geliştirebiliyoruz sadece, elimizden bu geliyor.
Öfkeli oluyoruz, uslu oluyoruz, müdanasız oluyoruz, sulu gözlü oluyoruz vs.
Sanırım insan ruhundaki aydınlanma ise bu dönemin bizim kontrolümüz dışında geliştiğini ve çoğu zaman da bizim varlığımızla ilgisinin olmadığını anladığımız anda gerçekleşiyor.
Hikayemiz de yön değiştiriyor bu noktada…
“Ben kimim?” sorusu önemli bir soru, bu soru kadar önemli bir başka soru daha var:
- Çocukken kendim hakkında ne düşünürdüm?
Bir çocuğunun kendini görme biçimi dışardan nasıl görüldüğünü düşünüyorsa o oluyor.
En yakınımdakiler beni nasıl görüyorsa “küçük halim” de elbette onlara güvenip kendi hakkında aynısını düşünecek, bundan doğalı var mı?
Kendini ne yaparsa yapsın yetersiz hisseden ile, her haliyle kendine güvenen, iltifat kabul edebilen ile edemeyen, bir işe başlarken ne kadar çalışırsa çalışsın başaramayacağını düşünen ile, gülümseyerek ve kolaylıkla kolları sıvayabilen, sevilmeye layık olduğunu düşünen ile asla tercih edilmeyeceğini düşünen arasındaki fark nereden kaynaklanabilir acaba?
Bu fark “Çocukken kendim hakkımda ne düşünürdüm?” sorusunda saklı olabilir mi?