Bazı insanlar kendilerini hayatın içinde buluverirler. “Becerebilir miyim, hazır mıyım, rezil olur muyum?”, diye düşünmeye vakit bulamadan, pat diye, bir şeyin ortasına düşerler.
Hayat kendi temposunu, kendi akışını sunar onlara, adeta yüzme bilmemelerinde rağmen bir de bakmışlar ki suyun içindeler, mecburen hızlı bir biçimde yüzmeyi çözerler.
Bazı insanlar içinse böyle bir dışardan zorlama gelmez bir türlü, onlar istedikleri bir işe, bir duruma, hayallerindeki projeye, evden ayrılmaya, yetişkin olmaya “hazır olmak” için ha babam de babam hazırlanmaya çalışırlar.
Hayallerindeki romanı yazmak için kitaplar okurlar, yazı atölyelerine giderler, yogaya başlamak için tarih belirler, “önce kilo vereyim de…” derler, sigarayı bırakmak için işteki stresli dönemin bitmesini, nefret ettikleri işlerini bırakmak için de yeni bir işin gelip onları bulmasını, yabancı dil öğrenmek için pandeminin bitmesini beklerler.
Bu bekleme hali ise bir türlü sonuçlanamaz. Koyulan tarihler ötelenir, daha önce yapılması gerektiği düşünülen şeyler bir türlü yapılmaz; dolayısı ile ana hedefe geçilemez…
Bir türlü…
Hayat bazen bazıları için adeta bir bekleme odasında geçer. O odada beklerler de beklerler… Ya dışarıdan bir gelişmenin, müdahalenin olması beklenir belki de mucizenin gerçekleşmesi…
Bazılarımız içinse beklenen şey en iyi, en yetkin, eksiksiz ve kusursuz olmaktır.
Tam donanımlı hale gelmeden odadan dışarıya adımını atmak akıl dışı gelir. Rezil rüsva olmak, aptal ve acınası durumuna düşmek böylelerimiz için odanın hemen dışında bekleyen tehlikelerdir.
Onlar da, odalarının güvenli kanepelerinde ya durmadan yapmaları gereken şeyleri erteleyerek ya da durmadan “çalışarak” hazır olmayı beklerler işte.
Onlar dediğime bakmayın, hemen hemen hepimizin içinde muhtemelen bir bekleme odası var, dekorasyonu kendimize has olan.
Kendimizi, sevilmek, kabul edilmek, takdir görmek için üstünde titizlikle çalışılması gereken bir proje olarak gördüğümüzde, bazen projenin günışığına çıkmaya hazır olması için tam ve eksiksiz olması gerektiğini düşünüyoruz.
Ancak tam ve eksiksiz olduğunda seyirciden alkış alabilecek çünkü.
Oysa kendimizi hayatın bir doğal bir parçası olarak hissettiğimizde, sevilmek kabul ve şefkat görmek, güvende hissedebilmek için kendimiz olmamız yeterli olduğunda bekleme odası da ortadan kalkıyor. Sanki, öyle değil mi?
Hayata doğallıkla karışabiliyoruz.
İşimiz, mesleğimiz, vaktimizi ayırdığımız alanlar elbette bizi, biz yapıyor ama, yaptığımız bir “işte” iyi ya da kötü olmak bizi gerçekten ve tamamen tanımlıyor mu?
Neden bazılarımız “iyi olmaya” umutsuzca ihtiyacı var da, diğerlerimizin başarısızlığa toleransı yüksek?
Yeryüzünde değerli hissedebilmek, tatminkar bir hayat sürebilmek için iyi olmaya duyulan ihtiyaç neyin tezahürü acaba?
Oysa hayatın bir parçasıysak zaten, bu hissi iliklerime kadar hissediyorsak, “buraya” aitiz demektir, başarılı olsak da olmasak da…
Ne mutlu böyle hissedenlere…
Geri kalanımız da…
“Tam, kusursuz ve eksiksiz” olmayı beklerken geçen bir hayat sürüyoruz işte…