Son haftaların en çok izlenen ve konuşulan dizilerinden Kırmızı Oda, etkisi altına aldı beni. Aklımda hep Alya var. Oğluma her bakışımda, onun elini her tutuşumda Alya geliyor aklıma. Ben çocuğumu pamuklara sarıp sarmalarken, bilmediğim yerlerde “Sevilmeyi bekleyen kaç çocuk var acaba” diye düşünüyorum hep.
Kırmızı Oda'nın bu haftaki bölümünü izlerken yine çok üzüldüm, kaygılandım hatta korktum; biraz da isyan ettim. Hayatı sorguladım, anneliğimi sorguladım. Tüm bu duygu yoğunluğu ile hayatta var oluş nedenimi irdeledim. Aklımla birlikte kalbimin yarısını Alya’da bıraktım, diğer yarısıyla oğlumun yatağına koştum. Öptüm, kokladım ve seyrettim onu bir süre.
Kendimle hesaplaşırken ona verdiklerimi ve ondan aldıklarımı tarttım biraz. Anne olmanın verdiği kaygıyla, biraz daha ağır sorumlulukla izledim Alya’yı. Bir “Alya” yetiştirmek çok kolay ama bir çocuk yetiştirmek çok zordu çünkü. Çocuğumun ruhunu acıtırsam ondan geriye ne kalırdı ki!
Dizinin Gülseren Budayıcıoglu’nun kitabından uyarlandığını, dizide gerçek hayat hikayelerinin anlatıldığını bilmek bu kadar yaralıyor belki de insanlığımızı...
Alya’nın gerçekte de, dizide anlattıklarını yaşadığını bilmek ağırlaştırdı anneliğimi, kadınlığımı...
Daha ne kadar sevmem gerekir oğlumu, ne kadar sarıp sarmalamam gerekir onu? diye ezildim düşüncelerimin altında. “Alya” gibi olmasın diye, ne kadar öpmem lazım o çocuk kalbini?
Kadının kadına yaptığı...
Süreyya’nın yaşadığı ve onun Alya’ya yaşattığı hayatın suçlusu kimdi peki?
Bu kadar psikolojik dizileri izledikten sonra, her kişiliğin altında bir psikolojik neden arar oldum. Hepimiz psikolog olduk ya! Esma Sultan’ın da çocukluğuna inmek istedim dolayısıyla. Ne yaşamıştı da bu kadar kötü bir kayınvalide olmuştu, bu kadar kötü bir kadına dönüşmüştü ki! Ya da ne yaşayamamıştı?
Aslında bir kayınvalide terörü izledik Alya’nın anlattığı hikayede. Her şeyin sorumlusu Esma Sultan’dı gördüğümüz kadarıyla. Genç bir kadından canavarlaşmış bir “Süreyya” yaratmış ve Süreyya da kendisine dayatılan hayatın etkisiyle bir “Alya” yaratmıştı.
Hikayenin özüne baktığımızda İstanbullu gelin Süreyya, hiçbir zaman kabul görmemiş bir gelin figürü... Sırf kabul görmek için kendisi olamamış hiç; insan olamamış ve en önemlisi anne olamamış. Kendi hayatı olmamış, kayınvalidesinin ona çizdiği hayatı yaşamış.
Mecbur muydu peki; kendisinin içinde hiç olmadığı bir hayatı yaşamaya Süreyya? Başka şekilde, farklı şartlarda var olamaz mıydı? Bilemiyorum!
Siz olsanız, kayınvalidenizin sizin için yazdığı hayatta oynar mıydınız peki?
Melisa Sözen etkisi!
Geçtiğimiz hafta yazdığım yazının bir bölümünde Alya’nın hikayesini bildiğim için, Kırmızı Oda’da Alya’yı izlerken çok fazla heyecan duymadığımı yazmıştım. Nasıl da yanılmışım! Alya’yı, Melisa Sözen’in oynadığını atlamışım bir an.
Melisa Sözen’in; Alya'yı beynimize kazıyan, yüreğimize dokunan oyunculuğunu es geçme gafletinde bulunmuşum. Aslında bu oyunculuktan çok daha öte, “Oynamamış, yaşamış resmen” klişesini bize en derinden hissettiren bir performans Melisa Sözen’inki. Anneliğimizi, kadınlığımızı, çocukluğumuzu sorgulatan müthiş bir performans... Hayranlıkla izliyorum.
Güne son bir not: Esma Sultan’ların size dayattığı hayatı yaşamak zorunda değilsiniz! Yaşamayın da zaten bir zahmet. Başka bir yolu mutlaka vardır, olmalı ve siz o yolu bulmak zorundasınız!
Zaafları yüzünden kendini ezdirmiş Süreyya gibi güçsüz kadınlar yerine, kendisini yakan ateşin içinden yeniden doğan Alya gibi güçlü kadınlar görmek istiyorum.
Çünkü “Kadınlığımı” seviyorum!