Corona günleri alışık olduğumuz bütün hayatı elimizden alırken, belki de Osmanlı tarihinin sayfaları içinde kalmış salgın günlerinin hüznünü geri getirdi. Ama asıl hüzün kaynağı, kuşkusuz usulca gelen ve hiç ses çıkartmayan bir Ramazan’ın bu şehirde ilk defa yaşanması oldu.
Benim gibi İstanbul aşığı olanlar sık sık Sultanahmet, Fatih gibi semtleri gezmeden İstanbul’da olduklarını anlamazlar. Şehrin bütün tarihini yoğunlaştığı bu yerlerde İstanbul dile gelir de “Ben buradayım” der; hatta arada karşınıza bir eski taş çıkar, bir çeşme görürsünüz, İstanbul size geçmişten bir “Ceeee” der.
İstanbul’un o dar sokakları böyle sürprizlerle doludur; bir sokağa girersiniz bir is kokusu sizi odun sobalı günlere götürür de yürürken karşınıza fesli bir Kâtip ile mendilini bırakmaya hazır bir hanımefendi çıkacak sanırsınız ya da bir sütun başı sizi bir Romalı askeri hayal etmeye zorlar.
Ama Sultanahmet’i, Sultanahmet yapan biraz da Atmeydanı’dır, yani Hipodrom.
Marmaray'ın altında kalan tapınak
Hipodrom denince İstanbul’un eski günleri aklıma gelir; hiç yaşamadığım ama özlemle andığım…
Bir zamanlar İstanbul sadece Topkapı surlarının içine sığan ufacık bir şehirmiş. Ufacık bir şehir dediysek; tiyatrosu, tapınakları, güzel evleri ve akropolü ile muhteşem bir şehirmiş.
Byzantion adındaki bu şehir, pek rahat yüzü görmemiş aslında, bir Persler saldırmış bir Makedonyalılar.
Aslında Makedon saldırısının ismi civardaki otellerde Phosphorion adı ile yaşıyor. Bir gece şehre Büyük İskender’in babası Filip saldırmaya karar vermiş, hem de surların en zayıf yeri olan Doğu kısmından, denizden saldıracakmış. Bugün Marmaray alanına denk düşen bu noktadan parlak zırhlı askerler saldırıya geçmiş ama Çamlıca’dan güzel, görkemli bir dolunay çıkmış. Askerlerin zırhı ayna gibi parlayınca İstanbullular askerleri görüp şehri kurtarmışlar. Işık Getiren Ay Tanrıçası Hekate’ye Phosphorion ismi ile bir tapınak yapmışlar… Bugün Marmaray alanının altında kalan bu tapınak o eski günlerin anısı ile karanlıkta ışık getirecek olanı bekliyor.
100 bin kişilik bir Hipodrom
Şehir 196 yılında Septimius Severus taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkılmış ama Septimius Severus acımış, bir daha kurmuş şehri ve bu kez büyük bir hipodrom kondurmuş, öyle ya, at yarışları olmadan vakit geçmezmiş.
Konstantin şehri Yeni Roma adı ile başkent yapınca, Hipodrom’u büyütmüş ve bugün bile büyük kabul edebileceğimiz 100 bin kişilik bir Hipodrom kazanmış İstanbul.
Neler görmemiş ki Hipodrom, at yarışları, takımların çekişmelerini, Nika isyanında içeride yaklaşık 30 bin kişinin öldürülmesini… Ama en acı günlerini 1204 yılında başlayan Latin işgali ile yaşamış. Kudüs’e gitmek için yola çıkan Haçlılar İstanbul’a saldırıp işgal edince Hipodrom’daki bütün güzelliklere göz koymuşlar, en güzel heykelleri, anıtları yok etmişler. Hipodrom onların çıkarttıkları yangın ile yanmış ve o zamandan sonra eski günlerine hiç dönememiş.
İnsanlar gibi yapıların da kaderi olacak ki, üzeri toprakla örtülü Hipodrom; Osmanlı döneminde farklı bir şekilde de olsa eski günlerine dönmüş. Parçalanmış mermerleri kireç, heykelleri sikke olmuş ama olduğu yerde eski günlerin görkemini Osmanlı eğlenceleri, şehzade sünnetleri ve dillere destan gösterilerle bulmuş.
Adı da değişmemiş pek, Hipodrom’muş Atmeydanı olmuş…
Tarihin bu düğüm yaptığı yerdeki Ramazan eğlencelerini düşünür yürürüm hep Ramazan gecelerinde.
Sadrazam’ın verdiği iftardan çıkanlar Ayasofya’ya teravih için koşmuşlar; Ayasofya’dan Teravih namazından çakanlar ise Sultanahmet Camii’nin minareleri arasındaki sönmeye yüz tutan kandillerin ışığında zor bela "Amân Yâ Hazret-i Fahr-i Âlem" diye mahyayı okumaya çalışıyorlar. Dışarıda yiyecek satanları, oyun oynayanları ile bir panayır havasında.
Direklerarası’nı değil de Atmeydanı’nı tercih edenlerin sohbet dolu Ramazan’ı asıl burada oluyor sanki…
O günler artık uzakta kaldı… Son yılların Ramazan etkinlikleri de …
Atmeydanı bomboş şimdi. Eski günlerin neşesinin yerinde derin bir sessizlik var.
Bir salgın, yaşamın kırılganlığını her noktada gösterdi bize. Sanal eğlencelerimizin, süslü gezmelerin ne kadar boş olduğunu anlattı. Dibine kadar Internet’te gezinirken, Sultanahmet’te yaptığımız bir yürüyüşün ne kadar kıymetli olduğunu düşündürttü.
Her salgın gibi bu salgın da geçecek, önemli olan bu karantina günlerini unutmadan yaşadığımız şehrin de kendi ıssızlığına hüzünlendiğini hatırlayıp ona değerinin vermek; kendimizi hapsettiğimiz hayal perdesinden çıkıp gerçek olanı keşfetmek…