Kobani cehennemine... Amerika hala bizi adam yerine koymazken, bizim kendimizi dev aynasında görmemize... Amerika’nın IŞİD’e attığı silahlara... Peşmerge geçişinde dili olanın konuşmasına... PYD terör örgütü mü tartışmasına... Diriltilen çözüm sürecine... Öcalan’ın sekreteryasına ve sıklaşan ziyaretlere... Türk halkının yarısının Suriyeli komşu istemediği gerçeğine... Poliste başlatılan yeni gözaltılara... 17 Aralık soruşturmasının oldu bitti ile kapatılmasına... Salı konuşmalarında dozajın düşmesine... Birleşmiş Milletler’deki Türkiye yenilgisine... Jandarmanın bile bakana bağlanmasına... Neşeli olmanın bile makul şüphe nedeni olmasına... İstanbul Barosu’nda Ümit Kocasakal’ın tulum çıkartmasına...
Ölüm yakıtı 10 numara yağın artık İstanbul’un içinde satılmasına... Her derde deva Tarım Bakanlığı izinli ilaçlarla nihayet Sağlık Bakanlığı’nın mücadeleye başlamasına... Hastanelerde normal hastaları perişan eden Ebola ve MERS şüphesinin griple karıştırılmasına... Denenmiş akil insanların yeniden kobay olarak kullanılacak olmasına... Altın Portakal’da portakalın yine ham çıkmasına... Çevresinde 26 cami olmasına rağmen Valdebağ Korusu’nda yapılmaya başlanan cami için çevre halkının 7/24 direniş çabalarına... İhbar hattının devreye girmesine...
Beşiktaş’ın Avrupa’da Türk futbolu adına tarih yazmasına... Trabzonspor’un başarısına... Galatasaray’daki kibar kavgalı başkanlık seçimine ve Sarı- Kırmızılıların Dortmunt karşısında düştüğü komik duruma hiç değinmeyeceğim, nokta koydum.
Haftaya tabii buluşuruz.
ÖRNEK AİLEYE NAZAR DEĞDİ
Akkök Grubu’nun kurucusu Raif Dinçkök’ün vefatından sonra oğulları Ali ve Ömer Dinçkök arasındaki uyum ancak 9 yıl sürdü. Geçen yılki genel kurulda başlayan anlaşmazlık, Akmerkez’le devam ediyor. Küçük kardeş Ömer Dinçkök, ağabeyi, onun çocukları ve CEO’ları aleyhinde, hukuka aykırı davranarak şirketi zarara uğrattıkları gerekçesiyle dava açtı.
Baba Dinçkök hayatta olsaydı, bunların hiçbiri olmazdı. Onun dirayetli yapısı, pürüzleri aile şirketi içinde başlarken bitiriyordu. Kimse duymadan. Dilerim Ömer Dinçkök’ün iddia ve suçlamaları karşılıklı iyi niyetle çözülür. Türk iş dünyası için örnek gösterilen yapı da eskisi gibi devam eder. İki kardeşin de mali sıkıntısı yok. Ama para, bazen böyle kafa karıştırıyor.
Bunun son örneğini yıllar önce Ulusoy’larda görmüştük. CEO Mehmet Ali Berkman, bugüne kadar hep arabulucuydu.
İnşallah bu kez de öyle olur.
ADRİANA YOKTU AMA VARDI...
Mercedes Benz sponsorluğundaki Fashion Week İstanbul bu yıl sönük geçti. Ve yine genç tasarımcıların yaratıları değil, ön sırada oturan hanımlar yer buldu sayfalarda. Ama bütün bu sönüklüğe bir gazeteci kardeşimiz son verdi. Nasıl mı? Acun Ilıcalı’nın bir süre beraber olduğu, hatta kucağına bir de bir kız çocuk verdiği Şeyma Subaşı isimli genç anne de ‘Sonbahar Melankolisi’ adını verdiği tasarımlarını sergiledi moda haftasının son günü. Acun Ilıcalı da destek vermek için tüm ekibiyle beraber seyirciler arasındaydı.
Ama konuşulan bu değildi. Ilıcalı, ‘sunduğu yarışma programlarının ağır topu ve arkadaşı Adriana Lima’yla evleniyormuş’ diye konuşuyordu herkes. 2 çocuklu, 33 yaşındaki güzel Brezilyalı manken de, 5 ay önce NBA’de oynayan basketbolcu Marko Jariç’ten boşandı ya, artık çöpsüz üzümdü. İlk eşinden boyunca bir kız, Zeynep Ilıcalı’dan 2 kız. Şeyma Subaşı’dan da bir kız çocuğu olan Acun, 2 kızı olan Adriana Lima’yla dedikodu gerçekleşir de evlenirse düşünebiliyor musunuz cümbüşü.
İşin esprisi bir yana, bir şeyler yapmak isteyen Şeyma’ya yazık olda Fashion Week’de. Kimbilir ne hevesle hazırlandı bu defileye ama Adriana onu ezdi geçti. Gazeteci hanım vasıtasıyla.
Kaderin önüne geçilmez derler ya.
SİZ DE BİR MİRO OLABİLİRSİNİZ...
Sakıp Sabancı Müzesi’nde bir ay önce açılan Joan Miro sergisine Çarşamba günü gidebildim nihayet. Kalabalığı görünce de şaşırdım. Halk günüymüş meğerse. Bedava olunca genci yaşlısı Miro’ya koşmuş. Sevindim. Sergiyi gezip, resimlere bakarken 60 yıl öncesine gittim ister istemez. O zamanlar Sabancı Müzesi’nin üçlemesini tamamladığı İspanyol ressamlar Picasso, Dali ve Miro’yu Türkiye’de pek bilen yok.
Yok çünkü, bilgisayar yok, gazetelerde ara sıra yer alan ünlü Türk ressamlarından başka sanat yok, yabancı dergi filan hak getire. Olsa da para nerde? Beyazıt’daki sahaflara gider oraya düşmüş eski dergilere bakardık. Eski Pekos Bill dergisi almaya gittiğim bir gün ParisMatch dergisinde görmüştüm Miro diye bir ressamın resimlerini. Çaktırmadan resimlerin olduğu 4 sayfayı da koparıp almıştım.
Okulda haftada 2 saat resim dersimiz vardı. Çiçek, vazo, sandalye ve kendi elimizi çizer dururduk. Soyadını hatırlayamadım rahmetli resim hocamız Salomon lakaplı Selahattin Bey, bazen de ‘Bugün serbest çalışın’ der, herkes manzara, güneş batımı filan çizerdi. Ben de sahaflardan aşırdığım sayfalardaki bir Miro resmine benzetmeye çalışıyordum ki, hocamız yaptığıma bakıp “oğlum sen kaçık mısın? Nedir bu yaptığın. Resim yap resim” demişti... Sergiyi gezerken hatırladım. Kalabalık hayranlık içinde Miro’nun eskiz, resim ve heykellerini izlerken. Keşke rahmetli hocam da bu sergiyi gezebilseydi.
Çünkü Türkiye o zamanlar Van Gogh, da Vinci, Renoir, Rubens filan biliyordu ama bu üç İspanyol dehasını bilmiyordu. İlk tanıdığımız da bıyıkları (kulakları çınlasın) ve koca gözleri ile Dali olmuştu. Zaten sergiyi gezenler de, önce 1893’de Barcelona’da başlayıp, 1983’de Mayorka’da biten Miro’nun 90 yılını okuyorlardı girişte. İlk sergisini 1918’de Barcelona’da açtığını... 1920’de Picasso, 1927’de Dali ile tanıştığını...
1925 Paris, 1941 New York sergilerini... Gerçeküstücülük akımının öncülerinden olduğunu... Eserlerinde çocuksu, basit bir anlatımla kadın, güneş ve kuş üçlemesinin hakim olduğunu öğreniyorlardı. 1900 ve öncesi Türk ressamlarının yanında hocamın dediği gibi gerçekten bir kaçıktı o. Zaten Miro kendini anlatırken, bu kaçıklığı kendisi de belirtiyordu. “Resmin ötesine geçmek için resmi katlediyorum” diyen Miro, resimlerine asla resim demedi. X adını verdi. Onun için renk ise sadece tuvalindeki lekelerin adıydı.
Artık her imkanınız var. Bakın internetten Miro’nun resimlerine. Alın elinize boya ve fırçayı. Aklınıza ne gelirse çizin, boyayın. İşte siz de artık bir Miro oldunuz. Yaptıklarınıza bakanlar mutlaka yorumlayacaktır.
Ve artık siz de bir kaçıksınız.
KAÇ TANE FAZIL SAY'IMIZ VAR Kİ...
Dünyaca ünlü piyano virtüözü ve besteci Fazıl Say’a muhalifliği yeni bir darbe daha vurdu. Cumhurbaşkanı Senfoni Orkestrası Konserleri’nden dışlandı. Halbuki programda bu sezon 3 konseri vardı. Ünlü bestecimize konser verdirebilmek için dünya yarışıyor ama o, Türkiye’de belli bir kesim için tu kaka.
Çin’deki konserinden bir gün önce dışlandığını duyan Fazıl Say, hükümete ve tüm yetkililere bir mektup yollamış binlerce kilometre uzaktan. Her yıl dünyada 100-130 konser verdiğini belirten Say, kim olduğunu anlatmış.
“Tüm eserlerimin konusu Türkiye’dir ve ben de bir Türk sanatçısıyım” demiş. Ve mektubunu şöyle bitirmiş: “Türkiye’nin dünya üzerinde tanınan birkaç sanatçısı var. Ve bu noktaya şans eseri gelinmiyor, yarışmalar kazanılıyor, ödüller kazanılıyor, dünya üzerinde yüzlerce şehirde binlerce konser vererek on yıllar süren bir emeğin karşılığında bir yere varılıyor ve hiç kolay değil o noktaya varmak.
Lütfen bir kere olsun anlamaya çalışın.” Söyledikleri sizce de doğru değil mi?
MERAK BU YA...
* Anadolu Ateşi dans topluluğunun yaratıcısı Mustafa Erdoğan’ın ateşi başına vurdu. Eski eşi Gülben Ergen, Erhan Çelik’le evlenince çocuklarını kullanmaya başladı. ‘Başka bir erkekle oturamazlar’ diye. Ee, peki; diyelim ki mahkeme çocukları ona verdi ve o da bir gün evlendi. O zaman ‘çocuklarım başka bir kadınla oturabilir’ mi diyecekti?
* Twitter’da okudum ve güldüm. Sayın hocamın affına sığınarak yazmak istedim. Birisi sormuş. “Prof. Dr. Canan Karatay’la, Nebahat Çehre arasında 1 yaş fark var. Biri 71, diğeri 70 yaşında. Siz olsanız kimin dediklerini uygularsınız” diye. Hadi gelin, ben de size sorayım.
* 18 yıllık beraberlik erkeğin kabaca “ayrıldım” demesiyle bitti. Sertap Erener’le Demir Demirkan aşka nokta koydular. Erener “ayrıldım” denmesine bozulmuş. Ama daha bir yıl önce bir şarkısının sözleri benim aklımı karıştırdı. “Umrumda değil iyi ki bitti. Omuzlarımdan koca bir yük gitti” demişti Sertap. Vallahi bravo. İleriyi görüş diye işte buna denir.
CIZZZ...
Bülent Ersoy’un zaten bir tane olan böbreğinde 2 tane taş varmış. Olur a. Ama biri pırlanta gibi, pırıl pırıl parlıyormuş. Onda olmayacak da kimde olacak? Zaten ömrü boyunca hakikisi, imitasyonu ile pırıl pırıl parlayan bir insan. Onun böbrek taşına pırlanta derler, bizde olana şekilsiz bir taş. Aramızdaki fark.