Acun Ilıcalı, ne yapsa izlerim. ‘Var Mısın Yok Musun’da 10’dan geriye bile saydım. Üniversitede! Fransız Dili ve Edebiyatı okurken! Hukuk Fakültesi’nden ev arkadaşlarımın şaşıran bakışlarına maruz kalarak. Kim ne derse desin, formatlarını seviyorum. Ancak bilmem kaçıncı yılına geldiğimiz ‘Survivor’ın yarışmacıları sizce de hep aynı değil mi? Yani isimler değişiyor ama sanki hiçbir şey değişmiyor. Şöyle fragmana bir bakınca, kim nasıl davranacak, neye göre seçilmiş, hangi diğer eski yarışmacının yerine alınmış tahmin edebiliyorum gibi geliyor. Aralarında sadece biri var ki, ‘Survivor’ tarihinde eşi benzeri yok bence: İlayda Şeker. Onun dışında karakter ve şampiyon analizi yaptığım Survivor Gönüllüler Takımı aşağıdaki gibidir:
Eğitimli, anlayışlı, kavgadan uzak durur. Kadınlarla iyi geçinir, maskülen duruş sergilemez. Yakışıklı ama bununla öne çıkmaz. Karakteri düzgün. Şampiyonluğa aday.
Kadın futbolcu. Ama Güzel. Hem de duygusal. Rap tutkunu. Geleneksel hale gelen ‘Acun ve diğerleri’ futbol maçında tüm dikkatleri üzerine çeker.
O hangisiydi ya? Yakışıklıymış da… Çok çabuk elendi. Bir bıraksan birinci olacak ama bir şey eksik sanki… Donuk. Sınırları var. Hiçbir gruba ait değil.
Sporcu. Başarılı ama henüz çok genç. Takımın en küçüğü. Bu nedenle asla şampiyon olmayacağını herkes biliyor. Tehlike arz etmiyor. Sayı alsın yeter.
Doğum yeri, Afrika’da bir ülke. Futbolcu. Türkçe konuşuyor-konuşamıyor. Başarılı. Çoğu şeyi anlamadığından fazla kavgaya girmiyor. Şampiyon olamaz.
Voleybolcu. Akıllı. Sevimli. Gizli egoist. İki isme yakın olur. Uzun süre elenmez. Çok güzel arkadaşlıklar kurar, kimse ona kıyamaz. Samimi mi? Bilemiyorum…
Karizmatik. Sunucu yarışmacı. Yarışmacı sunucu. Ekiple arası iyi, üstüne çok gidilmez. Sınıfın torpilli olduğu düşünülen çocuğu. Şampiyon olmaz ama kolay kolay da elenmez.
Sene 2011... Bana göre Survivor’ın en ilginç kadrosu. Yarışma değil; şov önde… E sonuçta ünlüler takımında Nihat Doğan, Pascal Nouma; gönüllüler takımında da Taner Tolga Tarlacı, Taçmin Tümer (Daçmin Goş) gibi isimler var. Her gün bir olay, her gün komedi…
Sene 2015... Üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın vahşice katledilmesi Türkiye’yi derinden yaralıyor. Sosyal medyada konu hakkında milyonlarca paylaşım yapılırken; Nihat Doğan’ın attığı “Siz de mini eteği giyip soyunup laik sistemin ahlaksızlaştırdığı sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksın” şeklindeki tweeti ise büyük tepki çekiyor. Acun Ilıcalı da gelen tepkiler üzerine Nihat Doğan’ı Survivor 2015 kadrosundan çıkarıyor.
Sene 2018... Nihat Doğan, Acun Ilıcalı tarafından tekrar adaya davet ediliyor. Ne değişti, ne oldu bilmiyoruz. Ancak Ilıcalı reyting uğruna Doğan’ı yeniden kadroya aldığı için çok eleştiriliyor, biliyoruz. Bence de kesinlikle çağrılmamalıydı. Neyse ki Nihat Doğan; Damla Can ve Murat Ceylan’la girdiği SMS oylaması yarışında kaybediyor ve daha başlarda eleniyor. Yani halk bir nevi “Yapılanları unutmadık” diyor.
Sene 2020... MasterChef’in en sessiz, en efendi yarışmacısı Uğur Yılmaz Deniz’in yıllar önce attığı tweet’ler ortaya çıkıyor. Kürtlere, türbanlılara, kadınlara… Neredeyse her kesime küfür etmiş. Acun Ilıcalı “Uğur Yılmaz Deniz isimli yarışmacının sosyal medyada kullandığı terbiye sınırlarını aşan paylaşımları nedeniyle MasterChef yarışmasıyla ilişiği kesilmiştir” tweet’ini atana kadar çoğumuzun bunları gördüğünü de sanmıyorum. En azından ben görmedim.
Şimdi soruyorum: Eğer Acun Ilıcalı, Uğur’un ‘diskalifiye’ edildiğini duyurmadan, bu tweet’ler sosyal medyaya düşseydi sizce ne olurdu?
Bence Acun Ilıcalı böyle bir insanın yarışmada olmasına izin verdiği için linç yerdi. Uğur Yılmaz Deniz de altından kalkmayacağı yorumlara ve eleştirilere maruz kalırdı. Acun Ilıcalı erken davrandı ve Uğur Yılmaz Deniz’i diskalifiye etti. Ya da bir kahraman yarattı diyebiliriz. Çünkü seviyoruz ezilenin yanında olmayı ama tablonun tamamını göremediğimizi düşünüyorum. 18 yaşında olsun, 70 yaşında olsun… Sonuçta hepimizin yıllardır savaş verdiği hassas konularda, ağır sözler kullanmış. Zaten bunu çoğumuz kabul ediyoruz sanırım… Bunu kabul edenler ama yine de “Programda, herkesin önünde ağlattılar, reyting uğruna bir çocuğu rezil ettiler” diyenlere geliyor sıra şimdi de.
Bence rezil edilmek istenseydi o gidiyor diye ağlayan arkadaşlarını göremezdik, keserlerdi. Bence rezil edilmek istenseydi, Somer Şef’in
MasterChef 2020’de tatlı deyince akla ilk gelen isim Furkan elendi. Furkan, tatlıdaki başarısının yanı sıra, Mehmet Şef’ten yediği azar ile de akıllara kazınmıştı. Genç yarışmacı, dokunulmazlık oyununda tabağını yetiştirememesine rağmen şeflerin önüne getirince, Mehmet Şef sert çıkmıştı. Furkan ağlamaya başladı, Mehmet Şef susmadı. Bunun üstüne Mehmet Şef, eleştiri oklarını üzerine çekti. Sosyal medyada herkes Furkan’ın yanında oldu. O günden beri Mehmet Şef, acaba bu konu ile ilgili bir şey söyler mi diye bekledim. Ama yok…
Furkan’ın eleme konuşmasında Mehmet Şef şunları söyledi:
Sözlerinin bana ifade ettikleri tek tek şöyle:
Bu “Haklıydınız, abarttım” demek sanırım.
“Saygılı olmak bunu gerektirir, bağırsam da sesini çıkarmayacaksın tabii” diye yorumluyorum.
Bu da “Bak gördün mü? Sana neler öğrettim, bu sayede başarılı olacaksın. Bağırdım ama bir sor niye bağırdım, senin için…” olabilir.
Özür mü diledi, kendini mi açıkladı, ne yapmaya çalıştı ben anlamadım… Büyük ihtimalle, o günü açması kendince özür dileme şekli. Peki biraz önce tek tek incelediğimiz sözlerini değiştirmeden, şöyle dese nasıl olurdu acaba:
2006 yılında Cansu Dere’nin ortalığı yakıp kavuran dizisi ‘Sıla’, herkesin hayatına bir terim eklemişti: Sıla Tokası.
Şimdi ‘Sadakatsiz’in ‘Asya’sı olarak karşımızda Cansu Dere. Oyunculuğu, güzelliği, dizinin konusu hakkında elbette söylenecekler var. Ama Dere’nin 14 Ekim’de yayınlanan bölüm boyunca, her an saçının önünü düzeltmesi o kadar gözüme battı ki, diziyi anlatmaya başka yerden başlayamıyorum. Ya zamanında her bijuteriye ‘Sıla Tokası Gelmiştir’ yazdıran o tokadan taksın, ya da dizi ekibi sezon trendlerine uygun yeni bir terim eklesinler hayatımıza. ‘Asya Bandanası’ mesela… Diğer türlü insan izlerken, “Saçını toplasa da rahat etsek” demekten kendini alıkoyamıyor.
Zap yapıyoruz…Karşımızda çarşamba günü yayınlanan diğer baba dizi, ‘Doğduğun Ev Kaderindir’ ile ‘Mehdi Baba’. Tamam delikanlı, tamam mahalleli, racon biliyor, tamam babacan, mert, yiğit… Ama insan avukat karısını lüks plazadaki işine bırakırken tesbihini cebine sokuverir ya. Yıl olmuş 2020. Hatta oluyor 2021. Yani bize ‘Mehdi’nin karakterini belletmeleri için, yatakta bile tesbih çekmesi gerekmiyor. Anlıyoruz yani, fazlası komik oluyor. Tesbih satanlara naçizane tavsiyem: Camlara “Mehdi Tesbihi Gelmiştir” yazmanın tam zamanı.
Od Urla’yı duymayan var mı? Bu yaz takip ettiği fenomenlerin hikayelerinde denk gelmeyenler için özetleyeyim: Od Urla bir şef restoranı. Zeytinliğin içerisinde, şahane bir ambiyansı olan Od’da tüm yemekler bölgede yetişen taze ve mevsiminde ürünlerle yapılıyor. Post'ların ekran görüntüsünü almışım, kaydedilenlere eklemişim… İzmir’e giderken, sırf bu restoran için rotamı Urla’ya çeviriyorum. Bir şehre giderken, ‘Mutlaka Gidilmesi Gereken Restoranlar’ listesi yapanlardanım…
Bu sıra en çok izlenen programlardan ‘MasterChef’in de verdiği yetkiye dayanarak, tadım menüsünü seçiyorum. Biraz ‘MasterChef’cilik oynayalım… Her konuştuğunda “Ne güzel anlattı ya” dediğim Somer Şef rolünü kimseye vermem, baştan söyleyeyim.
Şefler masaya geliyor, tabakları tek tek anlatıyor… Annenin evinde ya da şehrin en iyi restoranında yediğin yemeklerden değil hiçbiri. Yaratıcılık, emek, kaliteli ürün… Saygı duyuyorsun yerken. Ama bir şey var… Hayır porsiyonların az olması değil aklıma takılan. Ki az değil. O zaman ne? Çok lezzetli değil sanki. Herkes o kadar övüyor, ben bu işten anlamıyorum demek ki diye düşünüyorum… Sonradan gurme bile olamamışım. Ama yok yahu, bir yemeği lezzetli bulmak için de diploma gerekmiyor ya…
İçimden bunları düşünürken eşim birden “Şimdi eve gidince kim yiyecek kuru fasulye pilavı?” diyor alay ederek… Hahh ben buradan yürürüm. Başlıyorum konuşmaya ve ‘MasterChef’i yorumlamaya…
Çok lezzetli bir kuru fasulyeyi yerken neden üzüleyim? Hem karnım doysun, hem lezzet olsun. Mesela Furkan bamyadan tatlı yaptı. Sence çok mu lezzetliydi? Değişik bir şey denedi ve tadı kötü olmadı. Şeflerin başarılı buldukları şey bence bu.
Ve sence bu alanda bir sürü eğitim alan Serhat mı lezzetli yemek yapıyordur, yoksa alaylı Esra mı? Bence kesinlikle Esra. Diğer yarışmacılar da kabul ediyor olacak ki, takımlarına ilk onu almak için uğraşıyorlar. Eleme potasına gelince herkesin, daha önce profesyonel mutfakta çalışmadığı için küçümsediği Esra, takım oluşturulurken yere göğe sığdırılamıyor.
Filmde çocuğun annesi ile babası ayrılır. Onu daha sonra “Benim yüzümden” derken izleriz. Diğer filmde diğer çocuğun annesi gözlerinin önünde intihar eder ve onu daha sonra ilk aşkıyla kaldığı ilk romantik anda “Benim suçum” derken görürüz…
Açıkçası senaryodaki baş kahramanın neden bu psikolojiye girdiğini hiç anlamazdım. “Evet, yaşananlar zor. Ben de olsam hemen toparlanamazdım ama asla kendimi suçlamazdım. Bu nasıl bir psikoloji? İnsan kendini nasıl böyle bir şeyden sorumlu tutabilir?” derdim ve senaristlerin havaya dram katmak için kolaya kaçtığını düşünürdüm.
Sonra anne oldum. Kızım 9 aylıkken, doğuştan gelen bir rahatsızlığı olduğunu öğrendim. Ve bundan kendimi suçluyorum! Tam olarak ne yaptım bilmiyorum, ama içimde bir ses öyle diyor. Ben onun yalancısıyım…
Bir anne olarak kızımın sağlığı ile ilgili bir problem yaşamasına ne kadar üzüleceğimi anlatmama lüzum yok. Az çok herkes tahmin edebilir. Ancak bu süreç beraberinde bir sürü yük getiriyor. Mesela gülmen yarım kalıyor, dert ettiğin diğer şeyler anlamsız…
Ve her şeyin yoluna girmesi için beklemen gereken bir süre varsa, “Kendini 5 yıl içinde nerede görüyorsun?” sorusu sadece onun sağlığına bağlı. Bir bebeğin, köpeğin ya da kedinin… Hiç fark etmez, başka bir canlının hayatından sorumlu olunca hayat zaten oldukça değişiyor. Bir de o canlıyı daha sağlıklı yaşatma ihtimalini beklemek… Nasıl desem… Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi gibi bir şey.
Belki de bu yüzden SMA ile savaşan 18 aylık Nil’in ailesiyle empati kuruyorum. Hiç tanımıyorum onları, belki onlar benim gibi bir baş kahraman değil. En mutlu oldukları anda birden ağlamaya başlamıyorlar, belki onlar sürekli pozitif kalmayı beceren, hep enerjik, hep özendiğim kahramanlardan… Ancak filmin teması belli, bir çocuk var ortada, yaşanacak güzel günler… Ve bu filmde kahramanlarımızın Amerika’daki gen tedavisi için 2 milyon 400 bin dolar toplaması gerekiyor. Öyle bir tedavi ki sadece 2 yaşından önce yapılabiliyor, biraz önce de dediğim gibi Nil 18 aylık. En son duruma göre toplanan yardım 1 milyon 500 bin dolara yaklaştı. Ayrıca bu kapsamda düzenlenen online müzayedede birçok güzel ve değerli eser bulunuyor. Onları da satın alabilirsiniz.
Bense çam sakızı çoban armağanı bir bağışta bulundum, Instagram’dan yardım yapılacak adresi paylaştım ve WhatsApp’tan hem duyarlı hem de maddi durumu iyi olduğunu düşündüğüm birkaç kişiye link gönderdim.
Bunlardan ilki ve anne olanı hemen bağış yaptı ve haberdar ettiğim için teşekkür etti. İkincisi ve anne olanı “
Yaşlı vatandaşlar corona virüsü salgınına karşı yapılan “Evden çıkmayın” uyarılarını dinlemedi. En son 65 yaş ve üstü ile kronik rahatsızlığı olanlara 'sokağa çıkma kısıtlaması' geldi. Instagram’dan uyardık, klipler bile yaptık ama bu durum bana göre ölen babasının doğum gününde fotoğrafını paylaşıp altına “Seni çok özledim baba” yazan insanla eşdeğer. Çünkü yaşlı vatandaş da, ölen vatandaş da Instagram kullanmıyor. Ve o bahsettiğimiz kesim Facebook kullanan kategoriye de girmiyor aslında.
Sorun, sosyal medya kullanmadığı için durumun ciddiyetini anlamamış olmaları değil. Sorun şu: Alalım elinizden plastation’ları, keselim interneti. Kaç gün durabilirsiniz evde?
Hadi ilk gün kitap okursunuz tamam da, kitap okuma challenge’ı yapmanın tadını vermez ki?
Yaptığınız yemekleri kime göstereceksiniz?
Çocuğunuzu artık ‘Rafadan Tayfa’ kesmiyor… Hem sizinki İngilizceyi bile Netflix’teki çizgi filmlerden öğrenmemiş miydi?
Yani bizi evde tutan mükemmel bilincimiz, kurallara uyan sağduyulu bir vatandaş olmamız değil; internet, sosyal medya… Çok uzun süredir biz zaten o küçücük telefonlarımızın içinde yaşıyoruz ve mutluyuz. Yaptıkları doğru demiyorum, yanlış anlamayın. Sadece bu durum onlar için yeni, bizim için değil. Hatta yeni konu çıktı, değmeyin keyfimize.
Saat 7.30’da kalkarım… Çocuğum olduğundan beri alarma hiç ihtiyacım olmadı. Önce “Ingaaa” sonra “Anneee” bugünlerde ise “Kalk, gündüz oldu” ile uyanıyorum.
Evden çıkmanın ne kadar meşakkatli olduğundan, bir ruj bile sürmeyi geçtim, ayakkabımın bağcıklarını bile bağlamadan kapıyı çat diye kapattığımı anlatmama gerek var mı? Neden çat peki? Dünden kalan bulaşıklara, yıkanacak çamaşırlara, etrafa saçılmış oyuncaklara böyle “Elveda” diyorum. Bir hışımla kapatıyorum kapıyı ve bu bölüm kapanıyor. Akşam tekrar açılmak üzere, üstünü kapıyla örtüyorum tüm dağınıklığın…
Önce kızımı kreşe, sonra da beni işe bırakıyor eşim.
Kaşarlı simit alıyorum arabadan inince. Bıyık altı gülüyorum her seferinde “Bir kaşarlı simit” derken… Bu kadar sığ bir şeyi komik bulduğum için kendime kızmam uzun sürmüyor. İşe girdiğim kapıda bırakıyorum onu da…
8.30’dan 18.00’e kadar, öğlen 10 dakikada yenilen yemek dışında kaç defa yerimden kalkıyorum bilmiyorum. Sigara içmeyi bıraktığımdan beri epey azdır herhalde. İki, üç…
Odam küçük. Sevdiğim işi yapıyorum. Otobüs yolculuğu yapsam bu kadar şişmezdi ayaklarım. Sevdiğim işi yapıyorum.
Hiç dışarı çıkmadan, bir odanın içinde bütün gün çalışıyorum. Kendi rızamla. Özgür irademle.
Önce kızımı kreşten, sonra da beni işten alıyor eşim.
Anneme gidiyoruz arabadan inince. Utanıyorum her seferinde “Eline sağlık anne” derken… Hazır sofraya oturup, bulaşık bile yıkamadığım için kendime kızmam uzun sürmüyor. Kendi evimize girdiğim kapıda bırakıyorum onu da…
Saat 21’den 22’ye kadar, ne kadar kaliteli olduğunu bilmediğim zamanı geçiriyoruz kızımla. Sonra “Hadi yatalım geç oldu” deme sırası bize geliyor.
Yatakta debelenmeler, ağlamalar, masallar…
Ve bir bakmışsınız herkes uyuyakalmış ve bir bakmışsınız sabah olmuş. Saat 7.30. Alarma gerek yok…
Şimdi karantinada sıkılanlara, dayanamayacak gibi olanlara soruyorum: Bir gününüz benimkinden çok da farklı değilse, zaten her gün karantinada olduğumuzu hala fark etmediniz mi?
Her gün gittiğiniz ofislerde karantinadasınız. İş çıkışı arkadaşınızla buluşup bir iki kadeh bir şey içemediğiniz her gün sosyal mesafenizi koruyorsunuz. Şimdi bu sıkılma nereden geliyor?
Önce kızımı kreşe, sonra da beni işe bırakıyor eşim.
Kaşarlı simit alıyorum arabadan inince. Bıyık altı gülüyorum her seferinde “Bir kaşarlı simit” derken… Bu kadar sığ bir şeyi komik bulduğum için kendime kızmam uzun sürmüyor. İşe girdiğim kapıda bırakıyorum onu da…
8.30’dan 18.00’e kadar, öğlen 10 dakikada yenilen yemek dışında kaç defa yerimden kalkıyorum bilmiyorum. Sigara içmeyi bıraktığımdan beri epey azdır herhalde. İki, üç…
Odam küçük. Sevdiğim işi yapıyorum. Otobüs yolculuğu yapsam bu kadar şişmezdi ayaklarım. Sevdiğim işi yapıyorum.