Bu yıl 56’ncısı düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali 26 Ekim’de, geleneksel kortej geçişiyle başladı.
Neredeyse her sene bir değişiklik yapılan festivalden bu sene beklentim yüksekti ancak öyle olmadı.
Biliyorsunuz Menderes Türel döneminde, festivalde ulusal yarışma kaldırılıp uluslararası yarışma düzenlendi.
Bu durum beraberinde birçok eleştiriyi de getirdi.
Türel, Cengiz Semercioğlu’na verdiği röportajda kendini şöyle savunmuştu: “Ulusalı, uluslararası ile birleştiriyoruz. Ulusal film yarışmasını kaldırmıyoruz. Öyle anlaşılıyor olabilir ama böyle bir şey yok. Sadece ikisini birleştiriyoruz. Türk filmleri uluslararası platformda çok güçlü bir jüriyle daha güçlü bir şekilde yarışacak.”
Bu sinemaseverleri tatmin eder etmez, öyle olmuştur olmamıştır inanın çok ilgilenmiyorum.
Tek bildiğim şu: Muhittin Böcek’in bu seneki seçim vaatlerinden biri “Altın Portakal özüne dönecek’ti.
Demek ki yaptıkları seçim stratejileri sonucunda, Antalya için festivalin bu kadar önemli olduğuna karar vermişlerdi.
Nitekim Böcek, başa geldi.
Sözünü tuttu.
Festival kapsamından çıkarılan Ulusal Yarışma geri döndü.
Hatta teması ‘öze dönmek’ olarak belirlenen festivalin afişinde Türkan Şoray yer aldı.
Muhittin Böcek, bu öze dönüşle ilgili şunları söyledi: “Sinemamızı halka ulaştırmak adına elimizden geleni yapacağız. Festivalin açılış ve kapanış törenleri Gençlik ve Spor İl Müdürlüğüne ait 10 bin kişilik kapalı spor salonunda tüm halkımızın katılımıyla gerçekleşecek."
Nasıl yani?
2018’deki verilere göre Antalya nüfusu 2 milyon 426 bin 356!
"2019 yılı itibariyle 2.5 milyona ulaşmıştır" diye düşünürsek, bu kadar insanın nereye sığması beklendi acaba?” diye aklımdan geçti ancak bana davetiye geldiği için en azından yerim garanti diye düşündüm.
LCV de yaptırdım, kafam rahat.
Önceki yıllarda kumaş pantolon giymeyen erkekleri kırmızı halıdan almadıklarını duydum, eşimi arayarak uyardım.
Kendim de büyük bir heyecanla hazırlandım ve 10 bin kişilik kapalı spor salonunun yolunu tuttuk.
Davetiyemiz elimizde bize yol göstermelerini beklerken, bir sürü insanın ortalarda dolandığını gördüm.
Davetiyesi olup da LCV yaptıranların oturması gereken yeri nihayet bulduğumuzda, kaba bir şekilde her yerin dolduğunu ve içeri alamayacaklarını söylediler.
Çünkü onların tabiriyle ‘halk’ doldurmuş.
Tamam o zaman biz de diğer yerlere girelim dedik ve ayrıldık.
Tabii ki diğer yerler protokolden önce dolmuştu.
Adım atacak yer yoktu.
“Evet” dedim, “Şimdi tam bir Almancıyız.”
Hani Almanya’da yaşayan göçmenler hep derler ya “Almanya’da gurbetçi, Türkiye’de Almancıyız“ diye.
Hah işte tam da öyle olduk.
Ne halkız, ne protokol.
Neyse ite kaka kendimize bir yer bulduk.
Tören sırasında etrafta “İttirme kardeşim” sesleri…
İzlediğimden bir şey anladığımı söyleyemem.
Muhittin Böcek’in tamamen iyi niyetle böyle bir şey yaptığına eminim ancak bu durum öngörülebilmeliydi.
Hal böyle olunca şöyle düşünmekten kendimi alıkoyamadım: Öze dönüş teması çok doğru olmuş. Çünkü Türk halkı, alışkandır itiş kakışa.
Yemek dağıtılır, izdiham yaşanır.
Halk için sanat düşüncesiyle yola çıkılır, izdiham yaşanır.
Ya da ‘yaşatılır’ mı demeliydim?
Belki de biz çok yağmacı, sabırsız, görgüsüz değilizdir.
Belki de büyüklerimizin yaptıklarını düşündükleri iyiliklerin sunumunda bir hata vardır.
Ne dersiniz?