Bir kitapta okumuştum; gerçek İstanbullu nasıl anlaşılır diye? Şöyle diyordu yazar: Gerçek İstanbullu yediği balıkların adını, bulunduğu mevsimi bilir. Bir de çiçeklerin ve ağaçların adını... Bu çeşitlemeyi İzmirliler, Antalyalılar, Bursalılar, hatta bütün iller kendilerine göre yapabilir. Amaç ortak çünkü: Sadece yaşadığımız kente değil, doğaya da kayıtsız kalmamak. Etrafımızda olan biteni gözlemlemek, merak etmek, öğrenmek... Algının bu yönde gelişmesi de çocukluktan başlıyor hiç kuşkusuz ve en büyük görev de biz anne-babalara düşüyor.
Gölgesinde oturduğu ağacın adını öğretmek, nisanda İstanbul Boğazı’nı mor bir örtüyle kaplayan erguvanların Bizans’tan günümüze gelen hikayesini anlatmak, İstanbul’un en narin, en ponpon, en asil çiçeğinin kış ortasında açan mimoza olduğunu söylemek, hatta onları görmesi için Adalar’a şubatta son bir yolculuk yapmak... Lalenin Osmanlı’dan günümüze süregelen yolculuğunu saray bahçelerinde, Emirgan Korusu’nda seyretmek... Tüm bunlar doğayı kitaplardan değil, gözlemleyerek öğrenmek için yeterli. Bir de balıklar var kuşkusuz. Her ne kadar etrafımızı kebapçılar sarmış olsa da balık, her tarafı deniz olan İstanbullu’nun en doğal besin kaynağı. Ama hangi balığı ne zaman yemeli, tazesini nasıl anlamalı?..
Bu da çocuklarımıza bırakacağımız mirasın bir parçası olmalı. Bir balık pazarı gezisi mesela... Ya da Kadıköy Çarşısı turu, hatta Yenikapı balık hali... Güzel bir pazar günü bundan ilginç bir gezinti olabilir mi? Orada tezgahları dolaşarak kışın lüferi, palamutu, baharda kalkanı, her daim mezgit ve tekiri tanıtmak, hatta tabakta sunmak balık eğitiminin zirvesi olur. Balık yasağı başladığı için şimdi tezgahlar çok şen olmasa da yasak sonrası için bir yerlere not alın bu geziyi... Herkese iyi hafta sonları.
(23.04.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)