Anılarımızın bedeli ağırdır. Yaşarken her olayımıza ne çok emek vermişizdir. Hayat dediğimiz kısacık sürede kendimize ve çevremize yüklediğimiz duyguların hesabını yapmaya kalksak altından kalkamayız. Çoğu kez; yaptığımız iyiliklerde, günahlarımızı ve suçlarımızı çok iyi bildiğimiz için kendimizi temize çıkarma çabası vardır. İnsan oğlu garip bir yaratık. Dünyaya geldiğimiz günden beri ağır bir sorumluluk yükü içinde olmamız başlı başına bir olaydır. İntihar noktasına gelen insanlardan duyduğumuz ‘’Artık bu yaşama tahammül edemiyorum’’ cümlesidir. Gerçekten kolay değil bu hayatın yükü. Araya küçük mutluluklar sıkıştırmadığınız zaman, altından kalkamayacağınız psikolojik çıkmazlara girebiliyoruz.
Malum, çok taze yaşadığımız dramatik deprem hayatımızın ortasında ve ne yapacağımızı bilemez haldeyiz. Yardımların bile zor yetiştiği büyük bir coğrafya faciası. Oysa, daha dün diyebileceğimiz günlerde, Güney Doğu Anadolu’muz ne kadar mutluydu. Tabii ki, hayatın kaçınılmaz senaryosu içinde herkesin kişisel sorunları hep olacaktır. Fakat bu son durum kolay tahammül edebileceğimiz türden değil.
Biz, nostaljiyi severiz. Çünkü geleceği şekillendirebilmek için geçmişi bilmek, o keyifli anları keşfetmek ve güncelleyip geleceğe yansıtabilmek gerekir. Hele yaşınız birazcık ilerlemişse ve iki farklı dönemi karşılaştırabiliyor haldeyseniz hissedebileceklerinizi söyleyelim: Yaşlanıyor muyum düşüncesiyle; bir geçmiş arayışına çıkar gibi, garip bir lezzet yolculuğunda oluyorsunuz. Hayat gittikçe zorlaşıyor. Geçmişin birçok toplumları acılardan geçmiş olabilirler fakat her dönemin kendine göre zorlukları olduğunu kabul etmeliyiz. Aslında bu çok özel günler; paylaşmayı, yardımlaşmayı ön plana çıkaran fakat acıların bizi sınavdan geçirdiği zamanlardır.
İşte bu depremin özetinde mantık, akıl ve his birleşimi nasıl bir armonidir bilinmez ama ben bu üçlünün içinde kendi payıma duyguları almak isterim. Bizi biz yapan, içimizdeki insani yönlerimizi ayakta tutan, ulvi taraflarımızı ortaya çıkaran, acıyla yoğrulmuş bir karmaşa içinde kaybolmaktayız.
Parmağımıza kesmeden elimizin kıymetini nasıl bilebiliriz ki. Ayrılık acısını tatmadan, kavuşmanın hayali bize nasıl cazip gelebilir. Ölümün kıyısına gelmeden hayatın güzelliğini nasıl fark edebiliriz. Nefes nefese bir koşturmaca içindeyiz ve özlediğimiz, erteleyerek yaşadığımız hayatın kıyı köşe kapmacaları içinde hepimiz yorgun savaşçılarız. İyimser olmak için çabaladığımız ne varsa, su gibi akıp gidiyor.
Viran Şehir Antakya
Defalarca gittiğim, güzelim Antakya’m. Ateş düştüğü yeri yakar derler ya, içime Antakya ateşi düştüğünden beri gözlerimden akan yaşlarla bu şehirde yaşadığım duygusal anılarım aklımdan hiç gitmiyor. Antakya özel bir şehirdir. Farklı bir dünyası vardır. Medeniyetin beşiğinin yanı sıra hala özelliğini ve insancılığı kaybetmemiş bir güzellikti. Defalarca gittiğim bu şehirden hiçbir kötü anıyla dönmedim. Aşkların duygusallıkların insan ilişkilerinin en doğru bir şekilde var olduğu bu kent artık bir viran hayalet yığını. Ne bir sokak, ne bir yapı kaldı. Hiçbir şey yok. Her şey toz duman. Her kilometre taşında binlerce yaşanmışlığı saklayan anılar yok. ‘’Yok’’ kelimesini, hiçliği kaybolmuş bir şehir öylesine vurucu anlatıyor ki. Bir gece de her şey bitti. Şaka gibi. Kocaman bir geçmiş yok oldu. Özlemek kelimesi hiç bu kadar anlamlı gelmemişti. Antakya günlerimde kaldığım tarihi Savon Otelinin yerinde yeller esiyor. Buram buran geçmişin izlerini taşıyan daracık ara sokakları ne çok duyguları saklıyordu. Tarihi saray caddesi ve sevgi dolu insanları harbiye, saman dağ her köşesindeki anılarım ağlıyor. Sözün bittiği yer.
Elbet bir gün buluşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak. Şimdilik hoşça kal güzel insanların güzel şehri.
Hayat işte! Bir merhaba ile bir hoşça kal arasıdır.
(anonim)