Bazı şeyler, gündelik politikaların çok üzerinde. Kendi hayat gayemizle o kadar meşgulüz ki, insanlık tarihinde dönüm noktası olan olayları gözden kaçırıyoruz. 1996’da Hubble’ın yerine yapımına başlanan ve ondan 100 kat güçlü James Webb teleskobundan bahsediyorum. 25 yılda tamamlandı. 10 bin kişi çalıştı. 14 ülkeden en parlak 1200 bilim adamı ve bilim kadını kafa yordu. 10 milyar dolara mal oldu.
Verileri incelemek üzere bilim insanlarından 286 ayrı ekip kuruldu. Ve aralık sonu fırlatıldı. Dünya’dan 1.5 milyon kilometre uzaklaştı. (Dünya-Güneş arası 150 milyon km.) Sonra altın kaplı merceğini şöyle bir kâinata çevirdi. Ve ilk fotoğrafları çekmeye başladı.
13.1 MİLYAR YIL GERİYE
Uzaya her bakış, geçmişe bakıştır. Mesela bize en yakın yıldız Güneş’tir. Güneş ışınları, Dünyamıza ışık hızı ile 8 dakikada ulaşır. Biz Güneşi gördüğümüzde aslında 8 dakika önceki halini görmüş oluruz. Bize 10 ışık yılı (ışık hızında 10 yıl durmadan gidersek ulaşabiliriz, anlamına gelir) uzaklıktaki bir yıldızı gözlemlemek, onu 10 yıl önceki haliye, ışığın yıldızın yüzeyinden ayrıldığında olduğu gibi görmektir.
Webb’in çektiği fotoğraflarda, gökyüzünde bir kum tanesi kadarki alan büyütüldüğünde ortaya müthiş bir manzara çıktı. Yüzlerce galaksi o kum tanesi içinde parlıyordu. Her bir galakside ortalama 100 milyar yıldız ve gezegen vardı. Ve Webb’in merceği, bir galaksiden gelen ve 13.1 milyar yıl boyunca seyahat eden bir ışığın varlığını tespit etti. Kâinatın ‘Büyük Patlama’ ile 13.6 milyar yıl önce oluştuğunu bildiğimize göre, Webb teleskopu, bu küçücük kum tanesi içinde kâinatın bebeklik halini yakalamıştı. Böylece gezegenlerin, yıldızların nasıl oluştuğunu çok net şekilde görmeye başladık.
SU VE OKSİJENİ GÖRÜYOR
Sadece bu değil. Webb, cisimlerden gelen kızılötesi ışınları analiz etme yeteneğine de sahip. Bir yıldız ya da galaksi ölüyorsa mavi, tozla kaplıysa kırmızı görünüyor. Bizim için heyecan verici olanı yeşil görünmeleri. Yeşil galaksiler yaşamın kimyasal yapı taşları olan hidrokarbonların ve diğer kimyasal bileşiklerin var olduğunu gösteriyor. Webb, bir gezegenden ışığın dalgalı çizgiler halinde yansıdığını gördü. Bu da o gezegenin atmosferinde su buharı olduğunun göstergesi. Teleskop, gezegenlerde yaşanabilirlik işaretlerini arıyor.
Nasıl mı? Baskın olan gazları renklerinden ayırt ederek. Örneğin bir gezegende oksijen saptarsa, bunun çoğunun bitkisel fotosentezden üretildiğini anlarız. Atmosferinde baskın metan gazı varsa, o gezegende mikroorganizmalar olduğu anlamı taşır. Çok değil 30 yıl önce Güneş sistemimizde Plüton’da öteyi bilmezken, şu anda gözündeki perde kalkmış, ışıldayan evrene bakan biri gibiyiz. Webb, sadece birkaç gün içinde, evrene bakış açımızı değiştirdi ve gelecekte, içindeki diğer dünyaların biyolojik yapısına gözlerimizi açacak. Belki de sonunda hayatın şu ya da bu biçimde evrensel olduğunu aslında asla yalnız olmadığımızın kanıtını elde edeceğiz.
DİN VE BİLİM
Tüm bu keşfe ‘film senaryosu, düzmece’ diyenler var. Kimileri ‘Tanrı’yı mı arıyorsunuz’ diye kızıyor. Bazıları “Yahu teleskop uzağı görmüş de ne olmuş, bunlar İncil’de, Kur’an’da zaten yazılı’ diyor. İyi de ‘İnsanoğlu bir gün uçacak’ kehanetinde bulunmakla; uçağı, roketi icat etmek ve yıldızlararası seyahat yapmak arasında fark var! Bazıları bilimin, kendi inançlarını sarsmasından endişe ediyor. Halbuki, Dünya’nın evrenin merkezinde olmadığını ispatlayan Kopernik ve Galileo birer rahipti, Genetik bilmini bulan Mendel de rahipti.
Kepler, Vatikan’ın Katolik okulunda ders veren inançlı bir Protestan; Newton ise İncil’i yol gösterici kabul eden hatta bence zaman zaman bağnazlığa düşen bir teologtu. “Düşünüyorum öyleyse varım” diyen Descartes’tan, elektromanyetizmi bulan Faraday’a, Robert Boyle’e, Max Planc’a kadar hepsi koyu birer dindardı. Bugünkü uzaktan kumandaların, wireless’ın ve alternatif akımın mucidi Nikola Tesla, Sırbistan’da Ortadoks bir papazın oğlu olarak dünyaya geldi, papaz olmak üzere yetiştirdi. Tanrı’ya gönülden inananların kâinatı değiştirmesi sizce de ilginç değil mi?