Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen Ankara’ya geldi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile bir dizi konuyu ele aldılar.
Açıkçası ben AB ile Türkiye diyaloğunun göç konusu ve ağırlıklı olarak Suriye düzleminde sıkışmış olmasından rahatsızım. Nitekim bu kez de öyle oldu. Leyen, ağırlıklı olarak verdiği mesajlarda göç konusunda Avrupa ve Türkiye’nin ilişkisinin önemine atıfta bulunan değerlendirmeler yaptı.
Ayrılmadan önce “Türkiye önemli bir ülke” diye başladığı mesajı da ağırlıklı olarak göç konusuna gönderme yapıyordu. İfadeleri klişelerle doluydu ve benim değerlendirmeme göre samimiyetsizdi.
Nitekim Leyen, birçok şeyden bahsetti ama iki taraf arasında dondurulmuş durumda bulunan katılım sürecini hiç gündeme getirmedi. Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’de yeniden faaliyetleri, ticaret konusunda yüksek düzeyli diyaloğun gerçekleştirileceğini kaydeden Leyen, Kıbrıs sorununun çözümü için BM liderliğinde müzakerelerin yeniden başlatılması ile Rusya’ya uygulanan yaptırımların delinmemesi konularını da ele aldıklarını ifade etti.
Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan, Leyen ile görüşmesinin Suriye ve göç konularıyla sınırlı kalmaması için Türkiye’nin tam üyelik beklentisi içinde olduğunu vurguladı. Ankara’nın kararlılığında bir değişiklik olmadığının altını çizdi. Gümrük Birliği ile ilgili müzakerelerin hızla başlatılması ihtiyacına dikkat çekti.
Avrupa Birliği tarafında ise bu konuları sürekli gündeme getirmeme veya ‘taca atma’ tutumu görüyorum. Anlamlı ve içerikli şekilde bu başlıkları ele almıyorlar. Bu arada Avrupa tarafı, eğer gerçekten göç konusunu kökünden çözmeyi istiyorsa Suriye’nin istikrarına, inşası ve imar çabalarına daha fazla destek vermeli. AB bütçesinden 2024 yılı için 1 milyar euroluk katkı önemli ama yeterli değil. Geride tamamen yıkılmış, tahrip olmuş ve kurumları çökmüş bir ülke var.
Kuşkusuz her şeyi Avrupa’dan beklemek gerçekçi olmaz. Birleşmiş Milletler, ABD, Kanada, özellikle Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan Suriye’nin ayağa kalkması için ciddi kaynak ayırmalı. Türkiye, özellikle Suriye’nin kuzeyinde Afrin gibi kentlere Suriyelilerin geri dönüşlerini hızlandırmak için altyapı ve konut yapımı çalışmalarında bulunmuştu. AB’den de bu çalışmalar için mali yardım istemiş ancak somut yanıt alamamıştı. Ankara’da yapılan analizler, hem Türkiye hem de Avrupa’daki Suriyelilerin ancak ülkenin yeniden inşası ve imarı konusunda ilerleme sağlanırsa kitlesel dönüşe geçeceğine işaret ediyor.
Türkiye’nin stratejik önemdeki birçok projesinde imzası olan bir isim Fuat Tosyalı. Uzun yılların hayali olarak başlatılan ve bugün Türkiye yollarında binlerce kişi tarafından kullanılan Togg otomobillerinden Cezayir’deki demir-çelik yatırımlarına, Angola’daki tesislerden Libya’daki yeni girişimlere kadar. Bunların ötesinde Türkiye için hayati nitelikteki ALTAY ana muharebe tankı da Tosyalı bünyesindeki BMC tarafından ana yüklenici formatında geliştirilmeye devam ediyor.
Fuat Tosyalı, bir iki gün önce Linkedln hesabından yaptığı paylaşımda “Sanayi yatırımlarımız benim işim değil, hayat amacım. Beni en gururlandıran yatırımımız ise Ankara Kazan’daki BMC Motor/Tank ve Zırhlı araçlar üretim fabrikamız. Daha dün oradaydım ve hissettiğim duygu ve onurun tarifi yok. Ülkemizin bir hayalinin daha gerçekleşmesinde azıcık da olsa katkımız olacaksa ne mutlu bizlere” diyerek duygularını paylaştı. Yaptığı yatırımlara yönelik yaklaşımının güzel bir özeti olması açısından Tosyalı’nın bu ifadelerini köşeme taşımak istedim. Fuat Tosyalı ile Antalya’daki geniş katılımlı Tosyalı İş Ortakları Buluşması’nda da konuşma fırsatı buldum.
“Dünya son 5 yılda, önce pandeminin sonra da jeopolitik gerginliklerin etkisiyle küresel ekonomide dengelerin değişmeye başladığı bir süreçten geçiyor. Değişimin yansıması olarak sanayinin çoğunda ve özellikle demir-çelik sektöründe Çin gerçeği ile yüzleşmeye devam ediyoruz. Çin’in üretim fazlası ve düşük maliyetli ürünleri, bizim gibi ülkelerin pazarlarına girmeye devam ederse bu durum ekonomimizi daha da zorlayacak. Ölçeğimizi büyütürken buna paralel olarak verimliliğimizi artırarak rekabetçi fiyatlara nitelikli ürünler sunabilmemiz gerekiyor. Merkezinde sürdürülebilirliğin olduğu; ileri teknoloji, verimlilik ve ölçek ekonomisi ile şekillenecek bir ekonomi doğuyor” dedi.
Peki Tosyalı yeni döneme hazırlanırken hangi alanlarda hangi yatırımları yapıyor. Satır başları hâlinde aktarmak istiyorum:
Bu yıl, sadece yurt içinde yaklaşık 6 milyon ton üretim yaptık. Ayrıca, Çin’e ilk kez ihracat gerçekleştirdik. 3 kıtada 40’tan fazla tesisimiz var. Yıllık toplam 15 milyon ton sıvı çelik üretim kapasitesine sahibiz. Cezayir, Libya, Angola, Senegal ve İspanya’da da global yatırımlarımız bulunuyor. Dünyanın en hızlı büyüyen demir-çelik şirketiyiz. 2022’de 78. sıradaydık, 2023’te 63. sıraya yerleştik. Hedefimiz, önümüzdeki 5 yıl içerisinde dünyanın en büyük 20 çelik şirketinden biri olmak.
AR-GE’ye, ileri teknolojiye, döngüsel üretime, güneş ve hidrojen gibi temiz enerji kaynaklarına yatırımlarımız aralıksız devam ediyor. Yeşil çelik markamız Tosyalı V-Green’in lansmanını yaptık. Dünyada yoğun ilgi gördü. Madenden nihai ürüne kadar her şeyi Tosyalı evreni de diyebileceğimiz, kendi ekosistemimiz içerisinde A’dan Z’ye üretiyoruz.
Dünyada doğalgazla üretilen DRI’ın yüzde 8’ini Tosyalı olarak biz arz ediyoruz.
Suriye cephesinde baş döndürücü hızla gelişmeler yaşanıyor. Son bir hafta 10 günde Esad rejimi resmen ve fiilen çöktü. Daha düne kadar Esad’ı ayakta tutmak için mücadele veren Rusya ve İran’ın geri çekildikleri bir dönem; ancak bütünüyle buradaki etkinliklerinin ortadan kalktığını düşünmek yanıltıcı olur. Bu süreçte Türkiye, Körfez ülkeleri, İsrail ve ABD yeni dönemin belirleyicisi olarak öne çıkmaya çalışacaklar. Arada Suriye sahasındaki aktörler üzerinden ciddi rekabet olacaktır.
ABD’nin Suriye’de 900 askeri var. Büyük bir askeri varlık sayılmaz ancak Washington SDG diye adlandırdığı PKK-YPG uzantılarına silah ve mali destek dahil büyük yatırım yaptı. Şimdi Türkiye bakımından en kritik başlık başkan seçilen Donald Trump’ın bu konuda ne yapacağında düğümleniyor. Birkaç gündür televizyon ekranlarında görüntüleri sıkça paylaşılan Emevi Camii, Suriye politikaları açısından bir süredir sembolik anlamlara sahip. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) son yıllarda terörle mücadele konusunda çok önemli başarılara imza attı. MİT üstelik kritik uluslararası operasyonlarıyla da dikkat çekiyor.
MİT’in önemli bir rolü de kapalı kapılar ardında görüşme trafiklerinin sürdürülmesiydi. MİT, zor zamanlarda sahada İsrail, Rusya, İran, ABD ve Körfez ülkeleriyle belli düzeylerde ilişkilerin kurulmasında ciddi katkılar sağladı. MİT Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kalın’ın Esad’ın devrilmesinden kısa süre sonra Şam’a gidip farklı taraflarla görüşmesi, HTŞ lideri Colani’nin kullandığı araçla Emevi Camii’nden çıkıp çarşıda halkın arasına karışmasını dünya yakından izledi. Kalın, uzun süre Cumhurbaşkanlığı’nda çok kritik bir pozisyonda başarıyla görev almıştı. Siyasi ve diplomatik dengeleri ve mesajları iyi bilen bir isimdir. İbrahim Kalın’ın, Suriye’de bu dönem aktörlerle kurulacak ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğini ve çıkarlarını esas alan önemli hamleler yapmaya devam edeceğini düşünüyorum.
ANKARA’NIN ROLÜ
Bu arada dikkat çekmek istediğim bir husus var. Türkiye, Ortadoğu’da saygı gören, laik ve demokratik geleneklere sahip bir ülkedir. O nedenle mabetlere ilişkin mesajlar verirken Suriye’nin diğer etnik ve mezhepsel dengelerine dikkat etmek gerekir. Zira ben orada Türkiye’nin ayrıştırıcı değil kuşatıcı ve kucaklayıcı bir güç olarak öne çıkacağına inanıyorum. İslam dünyası fay hatları üzerinden parçalanmış ve bölünmüşken Türkiye’nin güvenilen ve birleştirici bir oyun kurucu olması değerlidir. Ülkemiz yakın döneme kadar cihatçı terör örgütlerinin eylemlerinden çok çekti, ağır bedeller ödedik.
O nedenle attığımız her adımın domino etkisiyle hangi sonuçları doğuracağını iyi hesaplamalıyız. Türkiye, Suriye’de bu dönem modern Taliban gibi bir anlayışın ortaya çıkmaması için gayret göstermeli. HTŞ lideri ve ülkenin defacto bir numaralı ismi Colani şu anda ılımlı mesajlar veriyor. Ancak buna devam edebilecek mi? Beşar Esad korkunç bir diktatördü. Dünyanın en korkunç işkence yöntemleriyle yüzbinlerce insanı hayattan kopardı. Uzun ve zorlu bir mücadelenin sonrasında çok güç bir şekilde devrildi. Irak’ta Saddam’ın devrilmesi ve Libya’da Kaddafi’nin yıkılması süreçlerinde olduğu gibi umarım Suriye’de de gelenlerin gideni aratması durumu ortaya çıkmaz. O nedenle devrilen sistemin yerine neyin konulacağı ve kimin bu süreçleri yöneteceği önemli.
Suriye’deki olaylar inanılmaz bir hızla gelişirken Türkiye ve bölge açısından dikkat edilmesi gereken çok konu var. Daha önceki birkaç yazımda ifade ettiğim gibi Ankara gerçekten bu dönemin en önemli aktörlerinden biri durumunda. Suriye ile çok uzun kara sınırı, milyonlarca Suriyeliye ev sahipliği yapılması ve muhalif grupların Türkiye ile bağlantısı üç ana faktör olarak öne çıkıyor. Türkiye Suriye’de oluşabilecek yeni şiddet sarmalına çekilmemek için çok dikkatli hareket etmeli.
Bugün Türkiye’ye müzahir, yakın görünen grupların yarın da aynı tutumu sürdürüp sürdürmeyeceklerini kestirmek güç. Diğer taraftan DEAŞ’ın Türkiye’deki terör eylemlerini çok iyi hatırlıyoruz. HTŞ’nin de böyle radikal bir çizgiye kayması ihtimali beni düşündürüyor. HTŞ şimdiki süreçte Suriye’de hakim ana grup gibi görünse de değişen şartlar örgütlerin davranışlarını da ciddi şekilde etkiliyor. Rusya ve İran, kayıtsız şartsız Şam rejimine destek sağladığı için son dönemde olanların kaybeden tarafı gibi görünüyor.
Türkiye’nin güç kazanması, Moskova ve Tahran’ın ise zemin kaybetmesinin getirdiği riskli bir durum var. Bazı ülkeler ve taraflar bu üç ülkenin arasını bozmaya ve “Ankara’yı dostlarına ihanet eden başkent” gibi göstermeye çalışıyor. Hatta İran yönetimine ve Vladimir Putin’e, Türkiye mutlaka cezalandırılmalı gibi telkinlerde bulunuyorlar. Bu süreçte Dışişleri Bakanlığı’nın iki komşu başkentle kuracağı diyaloğun daha da önem kazandığı görüşündeyim.
İSRAİL NE YAPACAK?
İsrail, Suriye’de Esad sonrası süreci fırsata çevirmek için maksimalist adımlar atıyor. Bir taraftan kendi sınırlarına yönelik uzun bir süre boyunca saldırı riskini ortadan kaldırmak için Suriye’nin içlerine kadar ilerliyor. İsrail uçakları Türkiye sınırına yakın bazı hedefleri bile vurdu. Bunun ötesinde Tartus ve Lazkiye’de Suriye donanmasından kalan bütün gemiler batırıldı. Türkiye’yi daha fazla ilgilendiren boyutuna gelince... İsrail’de Netanyahu hükümetine hakim olan bakış “Siz benim can düşmanım Hamas’a destek olursanız biz de sizinle mücadeleye girişen PKK/YPG ile güçlü ilişki kurarız” şeklinde. Bununla birlikte İsrail’de olayları daha uzun soluklu değerlendiren devlet aklı ise Ortadoğu’da belli bir istikrar ve barış havası sağlandığında iki ülkenin işbirliği yapabileceği alanların çokluğuna dikkat çekiyor. Bu görüşte olanlar İsrail’in PKK/YPG ile tam müttefik gibi hareket etmesinin sakıncalarına dikkat çekiyor.
AVRUPA’NIN ETKİSİZLİĞİ
Avrupa Birliği kurumlarını başta Ortadoğu konuları olmak üzere uluslararası meselelerdeki etkisizliği, çekingenliği ve beceriksizliği nedeniyle çok eleştiriyorum. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen de benim değerlendirmeme göre Türkiye’ye mesafeli bakan ve önyargıların etkisinden kurtulamamış isimler arasında. Buna karşın sahadaki bazı gerçeklerin AB Komisyonu da farkında. Türkiye’siz belli adımları atmak imkânsız. Ursula von der Leyen, 17 Aralık Salı günü Suriye’deki kritik gelişmeleri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile konuşmak üzere Ankara’ya gelecek. Umarım bu görüşmelerden gerçekçi bir ajanda ile verimli sonuçlar alınır.
Suriye’de muhaliflerin bu kadar hızlı ve net sonuç alması birkaç gelişmeyle yakından ilgili. Esad rejimini uzun yıllardır İran ve Rusya destekledi. Moskova kritik zamanlarda düzenlediği hava saldırılarıyla Esad’a bir anlamda hayat öpücüğü veriyordu. İran’ın kontrolündeki gruplar ve Hizbullah da ağırlıklı olarak sahada sağladığı kontrol ile başkent Şam ve Lazkiye çevresinde hakimiyeti elinde tutuyordu.
Ancak İsrail’in Lübnan, Gazze ve Suriye’deki saldırıları Hizbullah’a ağır kayıplar verdirdi. İsrail, İran’ı da kısa süre içinde önemli ölçüde yıprattı. Bu süreçte Tahran ve ilişki içinde bulunduğu gruplar şimdiye kadar destek oldukları Esad’a daha fazla hayati destek sağlayamadı. Baba Hafız Esad’dan bu yana rejimin yanında yer alan Rusya, bütün gücünü ve kaynaklarını Ukrayna savaşına seferber etmiş durumda. Moskova böyle bir ortamda Esad’a verdiği aktif desteği kısmak zorunda kaldı.
Uzun süredir yeniden Esad’a saldırmak üzere hazırlanan muhalifler bu ortamı iyi değerlendirdi. Sırtını Rusya ve İran’a yaslayan ve pratikte savaşma gücü kalmayan, otoritesini ve kontrol gücünü kaybeden Esad ve yakınları çareyi ülkeden kaçmakta buldu. Türkiye başta olmak üzere birçok ülke bu gelişmenin yıllar önce olmasını umuyordu ancak Esad bir şekilde direnmeyi başardı.
Türkiye, hiç kuşkusuz gelinen sürecin en aktif ve önemli aktörüdür. 3 milyondan fazla Suriyelinin misafir edilmesi, Suriyeli muhalif gruplara verilen uzun soluklu destek ve 910 kilometrelik kara sınırı boyunca ortaya çıkan güvenlik endişeleri Ankara’yı birinci derecede kulak verilmesi gereken ülke haline getiriyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Başkanlığı’ndan Dışişleri Bakanlığı’na uzanan kariyer yolculuğunda belki de en fazla Suriye başlığına yoğunlaştı. Sayısız diplomatik görüşme ve temasın içinde oldu.
Önümüzdeki süreçte de Fidan’ın çabalarının uluslararası toplumu bu sorunun çözümüne katkı verme noktasında işe yarayacağını düşünüyorum. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan en başından bu yana Suriye konusuna en yakından eğilen dünya lideri oldu. Esad’ı makul bir çözüme ikna etmek için çok uğraştı. Gelinen süreç Erdoğan’ı bir kez daha önemli bir oyun kurucu konumuna getirdi.
ABD, Avrupa, İran, Rusya ve bölgedeki diğer aktörler Erdoğan’ın bu konumunu görmezden gelemez. Batı’nın Türkiye’yi her türlü dışlama çabasına karşın Ankara’nın sahadaki aktif varlığı Batı’nın çıkarları açısından da hayati önemde. Aslına bakılacak olursa Erdoğan yakın dönemde, Libya’daki hamleleri ve Kafkaslar’daki girişimleriyle de istikrar ve kalıcı barışa ciddi katkı sağladı.
Eğer Türkiye, Ukrayna-Rusya savaşında dengeli bir tutum izlemeseydi Karadeniz’den başlayarak işler çok daha kötüye gidebilirdi. Firas Maksad’ın CNN International yayınında altını çizdiği gibi son birkaç gündür yaşananlar Avrupa’daki Berlin Duvarı’nın yıkılışı kadar önemli.
Fransa merkezli dünyanın en köklü taşıt lastiği üreticilerinden Michelin en az bu sektördeki ünü kadar başka bir alanda, yeme içme mekânları derecelendirmesiyle de tanınan bir kuruluş. ‘Michelin Rehberi’, otel mutfaklarına ve restoranlara verilen prestijli bir ödül. Çeşitli ve çok zorlu kriterler çerçevesinde değerlendirilen işletmeler puanlanarak ‘Michelin Yıldızı’ adı verilen bir sistemle kategorize ediliyor. Bir lokantanın bu yıldızı alması, yıldız sayısının artması o işletmeye uluslararası ün ve avantaj kazandırdığı gibi yıldızının düşürülmesi ve alınması bir itibar kaybı olarak değerlendiriliyor. Bir başka ifadeyle Michelin, yeme-içme kültüründe yüksek standartları ve kaliteyi temsil ediyor. ‘Michelin Guide Rehberi’, Türkiye’de bu sene 3. seçkisini açıkladı. İstanbul, İzmir ve Muğla’nın yeme-içme kültürünün en iyilerinin yer aldığı seçki, 5 Aralık akşamı düzenlenen özel bir törenle duyuruldu.
Bu vesileyle İstanbul’a gelen Michelin Guide (Rehberi) Direktörü Elisabeth Boucher-Anselin ile bir sohbet gerçekleştirdik. Çok ilginç bilgiler verdi. Gerçekten bir şehrin veya ülkenin Michelin yıldızlı mekânlarının sayısının artması sadece söz konusu işletmelere değil, ilgili şehir ve ülkelerin turizm gelirlerine müthiş bir katkı yapıyor. Örneğin İtalya’da 2023 yılında Michelin puanlarına sahip mekânlarda yemek yiyenlerin sayısı tam 2,5 milyona ulaşmış. Aynı araştırmaya göre Michelin yıldızı alan mekânların toplam ekonomiye yüzde 30’a varan oranlarda ilave katkı sağladığı tespit edilmiş. Fransa, Almanya, Japonya, ABD, Birleşik Krallık, Hollanda ve İspanya gibi ülkeler dünyada en fazla Michelin yıldızlı mekâna sahip ülkeler arasında. Bu kalitedeki yerlerin sayısının artması ziyaretçilerin bir ülke veya şehirde konaklama sayısının artmasını sağlıyor.
Uçak yolculuklarının sıklaşmasının doğaya verdiği etkiyi hesaba katan kitle giderek büyüyor. Business class ile seyahat eden, yüksek gelir grubundan kişilerde artık daha az uçak yolculuğu yapmak ama gidilen yerde daha fazla kalmak gibi bir trend öne çıkıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ve TÜRSAB gibi kurumlarımız bu gelişmelere göre hazırlık yapmalı. Zira Türkiye ziyaretçi sayısı bakımından oldukça iyi bir seviyede olmasına karşın gecelemeler ve toplam gelirde istenen seviyede değil. Türkiye yeme-içme ve eğlence mekânlarının niteliğinde sağlayacağı bir iyileşme ile bu geceleme sayılarını artırabilir. Michelin Rehberi bu yönüyle dikkate alınması gereken bir denetim ve derecelendirme platformu niteliğinde. Son dönemde öne çıkan bir kavram da ‘Sürdürülebilir Gastronomi’. Mutfak kültürünün otantik yapısından kullanılan malzemelerin niteliğine, işletmelerin çevre şartlarına uyumuna kadar birçok parametre ele alınıyor.
YENİ KATILANLAR
İstanbul’da düzenlenen törenle tanıtılan 2025 seçkisi 32 yeni adresle zenginleşirken, Türkiye’deki tavsiye edilen mekân sayısı İstanbul’da 77, İzmir’de 24 ve Muğla’da 31 olmak üzere toplam 132’ye ulaştı. Michelin Rehberi Müfettişleri tarafından yeni keşfedilen bu restoranlar arasında 2’sine Michelin Yıldızı, 8’ine Bib Gourmand ve 6’sına Michelin Yeşil Yıldız verildi. Geçtiğimiz yıl tavsiye edilenler listesinde yer alan bir başka restoran ise bu yıl Bib Gourmand derecesi ile ödüllendirildi.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin araştırma geliştirme (AR-GE) harcamalarının toplamı yaklaşık 420 milyar dolar. Güney Kore’nin bütçesi de 20 milyar doların üzerinde. Üretim ve ihracatta ülkemizin iddialı ve etkili olabilmesi için mutlaka temel bilimlere, teknolojiye ve araştırmaya daha çok kaynak ayırmalıyız. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın bir dizi önemli destek programı olduğunu biliyorum ancak bu doğrultuda diğer kurum ve kuruluşların katkıları çok önemli. Halkbank tarafından dün İstanbul’da gerçekleştirilen “Gençİz Gençlik Zirvesi”nde bu konular etraflıca ele alındı. Etkinliğe ben de davetliydim.
Zirvede, kariyer planlamasından teknoloji ve girişimciliğe, sürdürülebilirlik alanından finansal okuryazarlığa kadar birçok konuda, alanında öncü isimler deneyimlerini paylaşarak gençlere katkıda bulundu. Halkbank Genel Müdürü Osman Arslan konuşmasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde hazırlanmış olan ‘Orta Vadeli Ekonomi Programı’ doğrultusunda üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirirken bir taraftan da Türkiye’nin köklü bir kurumu olarak ülkeye faydalı olacak diğer alanlarda da yoğun çalıştıklarının altını çizdi. Girişimcilik ekosisteminin dinamiklerini yakından takip ederken, strateji ve yatırım hedeflerini bu doğrultuda güncelleyerek geliştirmekte olduklarını anlattı.
Osman Arslan, bankanın İstanbul Finans Merkezi binasında yakın zamanda bir girişimcilik ofisi açacaklarını müjdelerken ‘Asansör Konuşması’ gibi yaratıcı fikirlerin öne çıkarıldığı ‘Jet Luck’ adında ilginç bir yarışmadan da söz etti. Yeni çözüm önerileri arasında sıraladığı Genç İş Kredisi ve İlk Adım Kredisi’ni de dün ilk kez duyurdu. 1 milyon TL’ye kadar uygun maliyetle sunulacak Genç İşi Kredi’ye, İmalat ve Bilişim/Yazılım sektörleri başta olmak üzere yüksek katma değer sağlayan sektörlerde faaliyet gösteren yeni kurulmuş veya işini büyütmek isteyen 35 yaşın altındaki girişimler başvurabilecek.
İlk Adım Kredisi’ne ise üniversiteden yeni mezun olmuş, eğitimini aldığı konuda faaliyet göstermek üzere kendi işini kurarak girişimciliğe ilk adımını atmış ya da atmak isteyen 29 yaşın altındakiler başvurabilecek. Arslan’ın verdiği bilgiye göre 2021 yılından bugüne kadar, iş kurmak ya da işini geliştirmek isteyen her yaştan ve eğitim düzeyinden yaklaşık 200 bin genç girişimciye farklı ihtiyaçları için özel kredi desteğinde bulunulmuş. Yıldız Teknik Üniversitesi bünyesindeki YTU Start-Up House iş birliğiyle hayata geçirilen, HUBrica (ağ, network-fabrika) Hızlandırma Programı ile finansal teknolojiler alanında yenilikçi projeleri keşfetmeyi ve bu projelerin global pazarlarla buluşmasına katkı sağlamayı amaçladıklarının altını çizdi.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nin yeni Rektörü Prof. Dr. Eyüp Debik döneminde de Halkbank ile bu yararlı iş birliğinin devam edeceğini sanıyorum. Zira Yıldız Teknik Üniversitesi iş dünyası, sanayi ve akademi dünyası arasında en başarılı köprülerden ve Yıldız Teknopark’ta önemli projelere imza atılıyor. Kısa süre önce görüştüğüm YTÜ Teknopark Genel Müdürü Doç. Dr. Muhammet Garip yeni dönem için yoğun proje hazırlıkları olduğunu söylemişti.
Volkswagen Arena’daki etkinliğe Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak ile Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de katıldı.
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı bugüne kadar kayıtsız şartsız destekleyen iki büyük güç Rusya ve İran bu durumda olunca Şam rejimine karşı gruplar yeniden harekete geçmek için uygun bir zemin yakaladılar. Türkiye’nin kısmen destek verdiği güçler, yani muhalif gruplar Suriye’nin en önemli ikinci kenti Halep ve çevresini kontrol etmeye başladı.
Buraya gelinmesinde Rusya ve İran’ın sahada görece olarak zayıflamasının etkisi var. İsrail’in Hamas ve Hizbullah’ı ağır şekilde vurması Tahran’ın konumunu çok büyük oranda sıkıntıya soktu. Gücünü ve kaynaklarını özellikle Hizbullah’ı korumak için seferber etti. İlgisi ve odağı büyük oranda Suriye’den Lübnan’a kaydı. Rusya’nın durumu malum. Ukrayna ile savaşta hem çok insan kaybetti hem enerjisinin bir kısmını tüketti. Petrol ve doğalgaz gelirleriyle ekonomi belki yıkılma aşamasına girmeyecek ama kaybedilen insanları geri getirmek imkânsız. Demografik sorunları olan ve nüfusu zaten yaşlanan Rusya için Ukrayna savaşının böyle ağır bir yönü daha var.
Suriye’de yeniden başlayan çatışmaları, Hamas’ın geçen yıl 7 Ekim’de düzenlediği saldırıdan sonra Ortadoğu’yu içine çeken kaosun son aşaması olarak görüyorum. Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in verdiği yanıt statükoyu ve güçler dengesini altüst etti. 2011’den sonra 10 yıl süren savaşta Şam rejimi devrilmedi, çünkü Esad babasından miras kalan rejimi kurtarmak için ülkesini parçalamaya hazırdı.
Bunun için Rusya, İran ve Lübnan Hizbullahı gibi müttefiklere bağımlıydı. Bugün fiilen Suriye’nin en az 4-5 parçaya bölündüğünü görüyoruz. Bundan sonra üniter bir Suriye’den söz etmek çok güç. Barış ve istikrar sağlansa bile fiili durumda ülke muhtemelen parçalara ayrılmış olacak. Şu sıralarda HTŞ örgütünün adını daha sık duyuyoruz. 2016’da örgütten ayrılsa da ve o dönem örgüte sadık güçlerle savaşsa da HTŞ’nin kökleri El Kaide’ye dayanıyor. Ancak HTŞ, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, ABD, AB, Türkiye ve İngiltere tarafından ‘terör örgütü’ olarak kabul ediliyor. HTŞ’nin öncülüğündeki saldırı, Suriye’nin kuzeyindeki parçalı siyasi manzarayla ilgili.
Kuzeydoğu Suriye’nin büyük kısmı, bölgede 900 dolayında asker bulunduran ABD’nin desteklediği, Kürtlerin öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolünde. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü bir iki gün önce yaptığı açıklamada Astana ortaklarıyla geliştirilen İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’nde geçerli mutabakatın ihlal edildiğini, Türkiye’nin bu saldırıların durdurulması gerektiği uyarısının dinlenmediğinin altını çizdi. Net bir şey söylemek için erken ancak ben ‘Astana Süreci’ kaldı mı çok emin değilim. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “Halep’te yaşanan çatışmalara Türkiye müdahil değil. Tedbirler alınıyor.
Yeni bir göç dalgasını tetikleyecek hiçbir aksiyona girişmeyiz” ifadelerini kullandı. İdlib’de hava saldırıları devam ederse burada yaşayan 2 milyon kişi her ne pahasına olursa olsun sınırlara yürüyecektir. Bu Türkiye için olduğu kadar Avrupa için de büyük risk. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile iki ülke arasında yeni bir dönemi başlatmak amacıyla defalarca çağrı yapmış ancak Şam’dan olumlu yanıt alamamıştı. Moskova ve Tahran bu süreçte Ankara’yı cesaretlendirmiş hatta zorlamıştı ancak Esad’a yeterince telkinde bulunmadılar. Türkiye’nin bu gelişmeler içinde tahammül edemeyeceği bir adım da PKK ve uzantılarının Tel Rıfat üzerinden yeni bir koridor açma girişimleri olacak.