Ben ilkokula 70’li yılların 7. senesinde başladım. 42 kişilik sınıfımızda her gelir düzeyinden öğrenci vardı. Öğretmenimiz 1. sınıfta bizi mini mini birler olarak alıp 5. sınıfta ortaokul öğrencisi olarak mezun etti. Kendi öğrencileri ile 5 yıl beraber olacağını bilen öğretmenler, sınıflarının başarısının kendi başarıları olduğunu bilir ve öğrencilerini en donanımlı şekilde yetiştirmeye çalışırdı. Okulda kompozisyon ve işlem yarışmaları yapılır, okunan kitap sayılarının çetelesi tutulur, coğrafya derslerinde boş haritalar üzerinde şehirler, dağlar, ırmaklar işaretlenir, her gün gazetelerden kültürel bir haber kesilip sınıfta okunurdu...
Her öğrenci, tüm konuyu öğrenene dek tekrar edilirdi. Okulda çok büyük olmayan bir kitaplığımız da vardı; sene başında ailelerden de kitap bağışı istenir, okul, küçük bütçesi ile bile kitaplığını dolu ve öğrencilerinin kullanımına hazır tutardı. Tabletlerimiz, akıllı tahtalarımız yoktu. Ama ne vardı biliyor musunuz? Öğrenmemiz, okumamız gerektiğini bize aşılayan bir anlayış vardı. Bilgi değerli idi.
Hayat stili ile değil, okuduğu kitaplar ile kendini ‘zengin’ hisseden bir nesil idik. Devlet okullarından ‘sağlam’ eğitim alan, sınav sistemine ve sınavları yapan kurumlara güvenen, çalışmalarımızın karşılığını ilerdeki hayatımızda alacağımızı bilen bir nesildik biz. Sınıflar, sınavlar, üniversiteler bu kadar kalabalık değildi. Öğretmenler, toplumda hâlâ el üstünde tutuluyordu. Sonra... Sonra ‘bugün’ oldu... Devlet okullarının, seçme ve yerleştirme sınavlarının 30 sene önceki durumunu özlemle anar olduk. Zaman lehimize işlemedi. Veya, biz ülke olarak zamanı iyi kullanamadık.
Yaz içimize sindi mi?
Yaz; adı üstünde, kıpır kıpır, mutluluk verici, tatlı sohbetlere, güzel haberlere gebe bir mevsimdir. Evlenenler olur, bebeler doğar, memlekete gidilir, dört gözle beklenen yıllık izinler alınır... Haneye hareket, mutfağa bereket gelir. Sebzeye, meyveye doyulur; insan insana kavuşur... Fakat... Adettendir ya, sonbaharın başında bir geri dönüp düşünürüz geçirdiğimiz yazın güzel günlerini. 2012 yılının yaz aylarını düşündüm şöyle bir... Bir baktım ki, mutlu bir yaz çağrıştırmıyor aklımda kalanlar. İnsanız hepimiz...
Evin dışında, bir de toplumsal-sosyal bilincimiz var... Sokakta, hayatta, ülkede olanlar; belleğimizde, ruhumuzda, vicdanımızda yer ediyor. Gam yüklü, acı yüklü, matem yüklü, çözümsüzlüğe isyan ettiğimiz bir yaz gelip geçmiş bu topraklardan. Biten yaz ile birlikte, böyle günler de bitmiş olsun duası dudaklarımda. Günü güne, mevsimi mevsime bağlarken insanlarını da birbirine bağlayabilse bu ülke... Değil bir yaz daha, artık bir gün bile böyle geçmese...
’Aynadaki Zaman'
Yine ince bir öykü kitabı önereceğim size. Kısa zaman dilimlerinde, hayattan alınan molalarda, otobüste, metroda okuyabileceğiniz 10 kısa öyküden oluşuyor, İki giriş sayfası var, kitabın başında. Birinde Sir Arthur Conan Doyle’ın bir sözü: “Bence hayatın alışılmış, olağan akışı dışındaki her şey anlatılmaya değer.” Siz bu sözü bir kez daha okuyadurun, ben de ikinci sayfadaki paragrafı yazayım: ‘“Kocaman bir kuş kondu pencereme. Gagasında taşıdığı kendisinden de büyük silgiyi pervaza bıraktı. ‘Her şeyi sil’ dedi, sonra ben yine geleceğim.” Bu güzel paragrafın yazarı Cemil Kavukçu’nun Can Yayınları tarafından basılan ‘Aynadaki Zaman’ kitabını seveceksiniz. Benim en sevdiğim öykü ise, bir odadaki birkaç kadını anlatan ‘İncir Ağacı ve Şimşirler’. İyi okumalar.
Modern’e düşse yolunuz...
Henüz havalar soğumadan, okulların tamamı açılmadan, sıcak da artık bunaltmaz iken; İstanbul Modern’e uğrama vakti. Çünkü 23 Eylül’e kadar açık iki önemli süreli sergi var, görülesi. ‘Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı’ adlı sergide; çağdaş Türk resmi sanatçısı Burhan Doğançay’ın eserlerini; yıllar, şehirler, insanlar, sanatçılar, duvarlar, kapılar ve objeler bazında görebilirsiniz. ‘Dünden Sonra’ isimli fotoğraf sergisinde ise, sanatçıların kent gözlemlerini kurgusal fotoğraf sanatını kullanarak ortaya koydukları eserler var. Her iki sergi de çağdaş sanat severler için kaçırılmaması gereken fırsatlar.
Ağaçların dili olsa...
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; doğası en güzel ülkelerden birinde ulu ağaçlar yaşarmış... Padişahların avlandığı, prenslerin at bindiği korularda; yemyeşil dallarını gökyüzüne uzatır, yüzyıllar boyunca ayakta ve dimdik, tarihe tanıklık ederlermiş... Zaman geçmiş, nesiller birbirini kovalamış; yavaş yavaş daha çok insan, daha çok ev ortaya çıkmış. Bir de otomobil denilen 4 tekerlekli bir icat peyda olmuş. Atlardan inip otomobile binmeye başlamış insanlar... Otomobillerin, üzerinde gitmesi için, yollar yapılmış... Sulardan geçmesi için köprüler kurulmuş...
Çoğalan insanların sığamadığı şehirlerde, üst üste kutu kutu apartmanlar dikilmiş... Uzak uzak yerlerde oturanlar, uzak uzak işlere gider-gelir olmuşlar. Şehirlerdeki ağaçlar azalmış, insanlar çoğalmış... O kadar çoğalmışlar ki yer, yol, yurt açmak için ağaçları yok etmek gerekmiş. Kocaman kocaman makineler gelip; ağaçları yere devirmiş. Ağaçlar gidince kuşlar, kuşlar gidince doğa susmuş...
Beton olmuş her yer. Gri ve renksiz bir çehreye bürünmüş ‘yaşam alanları’... Gri yaşam alanlarının gri insanları, gri hayatlarına devam etmek için hep daha çok, daha çok ağaç kesmişler. Ağaçları seven, anlayan, koruyan birkaç insan kalmış sadece. Her gün, her yerde “Artık kesmeyin ağaçları” der dururlarmış. Ama ne seslerini duyan varmış, ne de dillerini anlayan... Zamanla, onlar da ağaçlar gibi yok olmuşlar.
22 Eylül 2012, Cumartesi 05:00
Haberin Devamı