Deniz Bayramoğlu ve Prof. Dr. Uğur Batı yeni kitapları ‘Üzgün insandan özgür insana’yı Işıl Cinmen’e anlattı.
Öyle bir kitap ki sayfaları arasında yolculuğa çıkınca kendi içinizde dolaşmaya başlıyorsunuz. ‘İnsan’ın içinde ve kurduğu dünyasında, karanlık mağaralarında ve ışıltılı sokaklarında, en yakıcı duygularında ve katıksız mantığında, 7 milyon yıllık geçmişinde ve bilinmez geleceğinde geziniyorsunuz. İnsan doğmaktan insan olmaya uzanan muazzam meşakkatli bu serüvende fazladan bir fenere hayır demezseniz Deniz Bayramoğlu ve Prof. Dr. Uğur Batı’nın ortak üretimi ‘Üzgün insandan özgür insana’ raflarda sizinle buluşmayı bekliyor.
Girizgahta ‘Kısmetsizler’ diye bir bölüm var. Diyorsunuz ki: Sakın ola o kısmetsizlerden olmayın… Oradaki derin anlam ne?
Uğur Batı: Tıkandı Baba’nın hikayesi kitabın özeti gibidir. Dünyada öyle insanlar vardır ki ‘Adetullah’ denilen şeyden nasibini almamıştır. Adetullah, ‘Bütün evreni yakmak zorunda kalsan da bir insanın bile hakkına girmemen gerekir’ demektir. Bazı insanlar bunu anlar. Bazıları da içindeki kötülükten uzak kalamadığı için kısmetsiz olmaya mahkumdur.
O hikaye ‘Sakın ola o kısmetsizlerden olma’ diyor. O hikaye mutsuzluğu çağıran, önce kendini sonra başkalarını lekeleyen insanlar için uyarıdır. İnsan doğaya boş bir defter gibi gelir, tabula rasa... Bu bilim açısından puslu bir konudur; insan iyi ya da kötü doğuyor olabilir. Biz insanın işletim sistemiyle gelse de yazılımın kendine ait olduğunu ispatlamaya çalışıyoruz.
Kim bu üzgün insan? Biz miyiz?
Deniz Bayramoğlu: Evet, üzgün insan günümüz insanı, sen, o, şuradaki adam… Üzgünlük aslında korkmak demektir, cesaretten uzaklıktır, çok duvar az köprü yapmaktır. Önce modernitenin ardından da post-modernitenin vurduğu insandır işte. Henüz tam anlamıyla kapitalizmi yaşayamayan, vahşi ve kuralsız kapitalizmin etkisinde olan bir ülkenin yani bizim için üzgün insan tanımlaması çok daha geçerli. Yani iki hafta tatil için 50 hafta çalışan, o iki haftalık izin için de kredi almak zorunda olan, geri kalan 50 hafta boyunca da o krediyi ödemek için çalışan insan üzgün insandır. Dayanışmak üzere var olmuş, evrimleşmiş bir varlığın kıyasıya rekabete mahkum edildiği bir toplumda yaşayan insan üzgündür. Düşünsene, artık iş yerinde dostun, iş arkadaşın yok rakibin var. Böyle mutlu olabilir misin? İnsan, kendi fabrika ayarlarını bilirse hayatı daha doğru yaşama fırsatına sahip olur.
YALNIZLIK BAKANLIĞI NEDEN KURULDU?
Özümüze uygun olmayan bir düzen kurduk ve şimdi de kendi yarattığımız dünya ile doku uyuşmazlığı yaşıyoruz aslında… Sorun bu değil mi?
U.B: Biyolojik olarak kendine ait olmayan bir hayatı yaşıyorsun. Düşün, insanın konuşma evrimi yaklaşık 2,5 milyon yılda gerçekleşmiş. Ama sadece son 300 yılda alınan kararlarla dünyanın tüm geleceği, doğa şekillendiriliyor. Kendi ekosistemini, genetiğini darmadağın ediyorsun. İnsan ancak ‘biz’ paradigmasıyla ayakta kalabilir. Ama kapitalist sistemin yarattığı rekabet kültürü; kıskançlık, haset, kifayetsizlik, muhterislik ve kendine dönüklükle işliyor. Fazla kendine dönük insan, birlikte olmaktansa yalnızlığı tercih ediyor. Ve geldiğimiz noktada dünyanın en çağdaş devletlerinden biri İngiltere, Yalnızlık Bakanlığı kurmak zorunda kalıyor.
Yalnızlık Bakanlığı’nın adı bile yanlış, Dayanışma Bakanlığı olmalıydı…
U.B: Doğru. Ama şimdi bakalım: Bu ihtiyaç neden doğdu? En sorunlu olduğu anda bile arayacak bir kişisi dahi olmadığını düşünen insanların sayısı yüzde 20’lere nasıl vardı? Türkiye’de de durum çok farklı değil ama biz bunun ne kadar farkındayız, bilmiyorum. Doğaya ve ekosisteme aykırı bir hayat yaşıyoruz. Toplumsallığı geliştirmek yerine bireyselliği geliştiriyoruz. ‘Mutlu olmak mı yoksa başarılı olmak mı önemlidir?’ sorusunun cevabını yanlış verdikçe üzgün insanları çoğaltıyoruz.
BOZUK DÜZENDE SAĞLAM ÇARK OLUNMAZ
Özgür insan kim? Var mı öyle biri?
D.B: Özgür insan, tüm bu gidişatı fark eden ve bunların kendi karakterinde yaratmış olduğu etkilerden kurtulmaya çalışan insandır. ‘Kurtulan’ diyemiyorum çünkü bozuk düzende sağlam çark olunmaz. Düzen bozuk olduğu müddetçe yüzde 100 özgür insan olamayacağız ama bu yola girdiğimiz anda özgürlüğü yaşamaya başlayacağız. Bu yola girmek farkındalıkla alakalı; bu kitapta o farkındalığı ortaya koymaya çalışıyoruz.
U.B: Michel Foucault “Hepimiz büyük bir hapishanedeyiz. Ne yaparsak yapalım etrafımızdaki bu yapının bize dikte ettikleri dışında yaşayamayız” der. Charles Baudelaire ise simülasyonların içinde yaşadığımızı söyler. Bunların hepsini kabul etmekle birlikte insan denilen bu mucizevî varlığın her şeye rağmen özgürlük yoluna girebileceğine inanıyorum.
ELLERİMİZ SAYESİNDE EVRİLDİK AMA BUGÜN ELİMİZDEN HİÇBİR İŞ GELMİYOR
Sistem de insan gibi krizde değil mi zaten?
U.B: Nobel Ekonomi ödüllü Richard Thaler ve Cass Sunstein, insanların daha mutlu, daha özgür ve daha huzurlu olmalarını sağlayarak, hayatlarını dönüştürecek kararlara doğru dürtmek üzerine yeni bir bilim dalı olan ‘Seçim Mimarisi’ni nasıl uygulayabileceğimiz hakkında çığır açan bir kitap yazdılar: Dürtme. Kitapta, “Kapitalizm büyük bir insanlık krizi içinde ve bunu engellemek için devletlerin, üniversitelerin, basın kuruluşlarının ve bireylerin iyiyi dürtmek için bir şeyler yapması gerekiyor. Aksi halde bu organik bunalım insanlığın sonunu getirebilir” diyorlar. Biz sihirli yöntemler sunmuyoruz ama bazı detokslar öneriyoruz.
D.B: Biz “Kendi geçmişine, hayatına, kültürüne dönüp bak” diyoruz. “İnsan detoksu, düşünce detoksu, eşya detoksu yap. Sadeleş” diyoruz. Her konuda. Tüket ama üret de. Tamir et, ihtiyacın olmadan satın alma, satın almaktansa takas et… Ellerini çalıştır! Ellerimizi çalışır hale getirmek bizim insan olma yolculuğumuzun en büyük aşamalarındandı. Ama bugün elinden hiçbir iş gelmeyen insanlar haline geldik. Elle iş yapmak ile beyin gelişimi arasında evrimsel bir bağlantı var. Ama biz beş parmaktan sadece birini kullanır hale geldik. Başparmağımızı! Artık başparmağıyla işaret eden çocuklar görüyorum. Sadece kültürümüze değil doğamıza da yabancılaşıyoruz.
YAŞAM TEHLİKELİ BİR ŞEY HENÜZ CANLI KURTULAN OLMADI
Ölümle ilgili bölüm beni etkiledi. İnsan öleceğini bilen tek canlı ama bunu sürekli unutmayı seçiyor. Ölüm bilincini hayatımızın içine pozitif olarak nasıl koyabiliriz?
U.B: Kitapta bir cümle var: Herkes delirdi mi? Herkes niçin ölüm yokmuş gibi davranıyor? Yaşam tehlikeli bir şey. Henüz ondan canlı kurtulan olmadı. Ama ölüm korkutucu olmasına rağmen hayatı anlamlandıran bir gerçektir. Ortalama 80 yıl yaşıyoruz. Bu kadar zaman yaşayacağını bilen insan, aradaki dilimi mümkün olduğunca haz içinde yaşamak ve başarılı olmak için koşu atı gibi koşarak geçiriyor. Oysa çıkış noktasını sadece başarı olarak belirleyen biri asla başarılı olamaz. Başarılı olmaya değil mutlu olmaya çalışmak gerekiyor. insanoğlu ölümle olan ilişkisini bilinç düzeyine çıkarsa hayatına devam edemez ama ölümü tamamen reddederek de yaşamaya devam edemez. Ölüm bize sınırlı olduğumuzu, denge kurmamız gerektiğini hatırlatıyor.
Birçok kişi eş zamanlı olarak bir anlam krizine girdi. Maneviyat eksikliğinden mi kaynaklanıyor sizce?
D.B: İnanmak ille de bir yaratıcıya inanmak demek değildir. İfade hürriyetinin insan haklarının en temeli olduğuna dair herhangi bir kanıt da bulamıyoruz ama buna inanıyoruz. İnanmalıyız da... Seküler değerlere inanmak da bu anlamda bir çeşit imandır. İnanç, hayatın her noktasında mevcuttur. Ama insanı, ‘kendinden daha yüce değerler olduğuna inanan ve inanmayan insan’ diye iki temel kategoriye ayırabiliriz. Bu yüce değer Tanrı da olabilir aşk da... Problem, herhangi bir aşkın değere inanmayan insanda başlıyor. Evet, bugün temel bir inanç krizi yaşıyoruz. Çünkü Tanrı’ya ya da seküler değerlere inandığını söyleyen insanlar doğruyu söylemiyor. Bu kriz, inandıklarını zannettikleri anda başlıyor. İnançla pratik arasında farklar var.
U.B: Her şeyi sistemler ve denge çözer. Biz Doğu ve Batı arasında gidip gelen bir toplumuz. Jeopolitik konum ve tarihsellik bunu gerektirmiş. İnsanın fiziksel, duygusal ve zihinsel kaynağı vardır. Bunlar arasında denge olmalı. Biz duyguyu fazla, zihni az kullanan bir gelenekten geliyoruz. Fiziksel kapasite ve zihin arasındaki dengeyi kurmamız gerekiyor. Duygusalız ve bunu fizikle taçlandırıyoruz. Zihni ise çok az kullanıyoruz. Az icat yapıyoruz. İnovasyonlar bizde gelişmiyor. Mutlu olmak da sürdürülebilir değildir. Bütünlük olmalı. Bütünlük olunca huzur da gelir. İç algı dediğimiz şey; iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı sezgisel yolla bulmamız yani... Buna, hissiyata hayatın her alanında kulak vermek gerekiyor. Hayatımızın birçok yerinde iç görüyü kullanıyoruz. Bu ses var. Bunu bilinçli kullanmalıyız. Başta söyleyecekleri huşumuza gitmeyebilir. Dinlemeye başlayınca o da sakinleşecek ve doğruları söylemeye başlayacak.
DİN, BİLİMİ DIŞLAMAZ
Kitapta bilimin dini dışlamadığını söylüyorsunuz. Peki, din bilimi dışlamıyor mu? Mesela evrim konusunda?
D.B: Bugünün Türkiye’sinde hem İslam’a hem evrime inanan birçok kişi var. Hem din hem bilim algımız biraz bozulmuş. Din adına, “Evrim yoktur” diyen birine kendi adıma bir soru soruyorum: Emin misiniz? Yaratıcı adına konuşma ehliyetini size kim verdi? Din, inanç meselesidir. Bu meselede herkesin üzerinde bir varlıktan bahsediliyor. Aramızda yüzde 1.5 gibi ufak bir genetik fark olan şempanzelerle bu konuşmayı yaptığını düşün. İnsanın bu konuda kesin yargılarda bulunarak haddini aştığını düşünüyorum.
U.B: ‘Oku’ ayeti “Hayatı oku, etrafa bak” demektir. “Yaratılmışın sırrına bak ve Yaradan’ın felsefesine ulaş” der.
D.B: “İlim Müslüman’ın kayıp malıdır. Nerede bulursa alsın” derler. Hem dini, hem insani, hem de doğa bilimlerinden bahsediliyor. Araştırma, bilim, tartışma desteklenir hatta farzdır. İnancın bugün nasıl yaşandığına bakarsak maalesef ‘din ile bilim uyuşmaz’ sonucuna varırız. Oysa tarihe dönüp baktığımızda bambaşka bir resimle karşılaşıyoruz.
Ve ayrıca hiçbir fikir onu takip edenlerden sorumlu değildir.
D.B: Ya da her din ona inan kadar medenidir.
KÖTÜLÜK KENDİLİĞİNDENDİR, İYİLİK ÇABA İSTER
Siz insanın geleceğinden umutlu musunuz?
D.B: Umutla hareket ediyorum ama iyilik kazanacak mı, bilmiyorum. Umudumun gerçekçi olmadığının farkındayım. İyilik ve kötülüğün varlığına inanıyorum ve iyiliğin kaybetmemesi için çabalıyorum. İyiliğin kazanmayacağını bilsem de tüm bunların gerçekliğini hayatımda ispatlamak için böyle olmalıyım. Başka bir varoluş biçimini zaten tanımıyorum. Tanısam da reddediyorum.
U.B: Kötülük kendiliğindendir. İyilik çaba ister. Annenin kızı, babanın oğlu, siyahın beyazı, yazarın toplumu anlamadığı bir dünyada Mars’ta koloni kurmak peşinde koşuyoruz. Bu kafayla Mars’ta koloni kursak bile muhtemelen Mars’ı da şu anki dünyaya benzetiriz. Maddi ve manevi kültür unsurlarının adaletli şekilde paylaşılması gerekiyor. Ancak bu şekilde insanlık devam eder.
Zaten bunu çözemezsek hep beraber yok olup, gideceğiz.
D.B: İnsan, sevilmesi çok çaba isteyen bir varlıktır. İçimizde biri iyi biri kötü iki tohum var. Biz genelde kötü olanı suluyoruz. Oysa beşerden insana ulaşmış varlığa bakınca da aşık oluyorsun. Yaradan’ın içine üflemiş olduğu ruhun ışıl ışıl parladığını görebiliyorsun. Birçoğumuz onu karartmak için çok uğraşsak da her birimiz gerçekten parlıyoruz.
Biri neyi merak ediyorsa bu kitabı hemen okumalı?
D.B: Bu yaşamdan muzdarip olduğunu düşünen herkes okumalı. Hayattaki en önemli şeylerden biri yaşadığımıza dair şahitlikler oluşturmaktır. Kendi hayatımıza şahitlik edebilecek insanlar biriktirmeliyiz. Aynı dönemde aynı ülkede yaşadığımız insanlara “Bir de buradan bakın” demek istedik.
U.B: İnsanı ve insanın derinliğini hak edecek bir kitap yazmak istedik. Laf cambazlığından uzak ama anlaşılır bir kitap olmasını istedik. Kitabın bölümler halinde yazılması onu rahat okunabilir hale getirdi. Popüler bilim ile insanı birleştirebileceğimiz bir kitap yazdık. Ufuk açmak istedik.
ALTINI ÇİZDİM
-İnsanlar çok duvar, az köprü yapıyorlar.
-‘Koca’ bilge, yüce, dağ demekmiş. Dağların yücesine kar yağar diye kadına da ‘kocanın karı’ derlermiş. Yüce de olsa üstünde kar olmayan dağ eksik olduğundandır, kadın eskiden ‘karı’ymış.
-‘Fitness’ bir spor değil, insanın doğaya ve var olan her şeye uyumudur.
-Unutmamak gerekir, insanın kişiliği onun hayatıdır.
-İknanın cinsiyeti vardır: İkna sırasında erkek için yüz yüze olmak çok gerekli değil. Sanal fikir alışverişinde ikna edilebilirler. Kadınlar için ise yüz yüze görüşme etkili. ‘Sürekli konuşup durmak’ ise, karşıdakinin zihnini tüketerek başarıya ulaşan çocukların taktiği.
-İnsan varlığı bir tutkunun ürünüdür. O nedenledir ki ömrünü tutkularının esiri olarak sürdürür. İnsanın ham maddelerindendir tutku…
- Hayal kırıklıkları bazen hayat kırıklıklarına dönüşüyor.
-İnsan nerede hata yapıyor? Tüm bu ayrımlar nereden kaynaklanıyor? Oysa hepimiz Afrika kökenliyiz, aynı beşikten geldik. Bunun bizi kardeşlik bilincine götürmesi ne iyi olurdu. Ama öz bilincimiz bunu niye gerçekleştiremiyor? Niye anlamıyor?
Fotoğraflar: Şafak GÜVEN