5-15 Eylül 2019 arasında düzenlenen 44. Toronto Film Festivali’nin meşhur ‘Gece Yarısı Çılgınlığı’ bölümü, “Crazy World”ün canlı performans eşliğindeki gösterimiyle noktalandı. Bu yıla özgü Spinach sponsorluğundaki camsız üç boyutlu gözlük sponsorluğu da eğlence kat sayısını arttırdı. Özellikle “The Twentieth Century”, “The Vast of Night” ve “The Platform” gibi çarpıcı ilk filmlerle anılacak.
Bu yıl Toronto’nun 300 filmi aşkın programında olumlu anlamda şaşırtan Kanada filmleri de vardı. Bunlar arasında özellikle “The Twentieth Century” en iyisiydi. Matthew Rankin’in deneysel, retro ve postmodern bio-pic’i övgüyü hak eden bir ufuk açıcılık servis etti. 16mm ve Super 8 görüntülerinin katkısıyla gelen vizyon tabiri caizse büyüleyici!
1.33:1 formatında Alman dışavurumculuğundan İspanyol gerçeküstücülüğe uzanan referanslar, Guy Maddin ile Michel Gondry’yi birleştiren kıskanılası bir gelenek sözü veriyordu. Kağıt üstünde Mackenzie King biyografisi, anıdan anıya atlarken Kanada’nın 1921-1948 arasında en uzun süre görev almış biseksüel ve liberal başbakanının ipliğini pazara çıkarmayı da beceriyordu. Zamanla külte dönüşebilecek bu film, biyografide yaptığı sinsi numaralarla ve özgün sahnelerle yıllarca konuşulmayı sürdürecektir.
50’lerde geçen anti-uzaylı istilası filmi
Gece Yarısı Çılgınlığı bölümü, iki bilimkurgu filmiyle de heyecan uyandırdı. Bunların zaman yolculuğuna teğet geçen distopyalar yaratması incelenmeye açık bir vurgu gibiydi sanki. Andrew Patterson, “The Vast of Night”ta 1950’lerin Soğuk Savaş atmosferini kapkaranlık bir şekilde Red Epic’in berraklığıyla veriyor. Eisenhower’ın getirdikleri de bu damardan savaş kahramanlığını ve komünizm korkusunu tersine çeviren bir ‘felsefe’ yükleniyor.
Patterson, adeta kaydırılan kamerayla arka planda olup bitenleri göstermeden bizi bir kabusun ortasına atıyor. Bunun gotik mi, bilimkurgusal mı, belleksel mi, yoksa doğaüstü mü olduğu anlaşılmıyor. Ama uzun süre postmodern bir Twilight Zone algısıyla sarılıyoruz. Bu gerilimi takiben uzaylı istilasının canlandığını ara ara gözlemliyoruz. Onun arkasından ise bir telefonla başka bir uzaylı istilası platformuna geçilebiliyor.
Yönetmenin fazlasıyla klasik bilimkurgunun neden-sonuç ilişkisinden uzakta, ‘yabancılaşma’ ve ‘mesafe’ sözü verirken ‘siyah-beyaz’a yakın bir renk tonu seçtiği söylenebilir. Bu durum da ‘gecenin artıkları’nı açığa çıkaran bir model arayışına açılıyor. 50’lerin B-tipi kült uzaylı istilası filmlerine felsefi bir ağırlık yükleme hedefini açık eden ilk film, bağımsız ruhuyla bir tazelik salgılıyor. ‘Zaman yolculuğu filmi’ damarlı ‘anti-uzaylı istilası filmi’ni bir modele dönüştürmenin peşine düşerken Villeneuve’ün ‘gotik uzaylı istilası filmi’ alt-alt türünü öneren “The Arrival”ıyla (2016) da kardeşlik ilişkisi kuruyor.
Geleneği İspanya'da filizlendirmeli
Galder Gaztelu-Urrutia’nın “The Platform”u (“El Hoyo”) ise fazlasıyla net bir şekilde bir ‘hapishane bilimkurgusu’ olarak anılabilir. Ferreri’nin “Örümcek Kadının Öpücüğü”nü (“Kiss of the Spider Woman”, 1985) çekmesiyle ortaya çıkabilecek ‘kapalı mekan tasviri’ydi sunulan aslında…
Özellikle kurgusuyla dikkat çeken film, İspanyol sinemasının korku-bilimkurgu geleneğindeki işleyişini ve yavaş yavaş gelenekselleşmesini devreye sokmasıyla değerli. “The Platform”un adeta bir zaman makinesi gibi konumlansa da Ferreri’den Bunuel’e atlayan gerçeküstücü ezberinin yaratıcılık içermesi hoş bir seyirlik vaat ediyor. Belki de “The Platform”, Natali’nin “Küp”ünden (“Cube”, 1997) bu yana en başarılı kapalı alan bilimkurgusunu deneyimlememizi sağladı.
Uganda, Endonezya ve Malayam filmleri kült olur!
Bunların yanında özellikle ‘üçüncü dünya ülkesi sinemaları’nın kült olma hedefli çıkışları da keyif verdi. Uganda, Endonezya ve Malayam’dan gelen figürler coşkulu bir B-tipi seyirlik sundular. Özellikle ülkesinin Tarantino’su olarak anılan gonzo aksiyon auteur’ü IGG Nabwana’nın kapanışta sahneye çıkıp perdenin yanında seyir sürecine eşlik etmesi, dördüncü duvarın yıkılmasına alan açtı. Gece yarısı seyircisinin heyecanına heyecan kattı.
Bu durum karşısında da Wakaliwood’da geçen kültürel gangster aksiyonu “Crazy World” sayesinde 1970’lerin kült Jamaika filmi “The Harder They Come”ın yarattığı havanın yeni milenyumda Afrika’da canlanışına tanıklık ettik. Joko Anwar’ın “Gundala”sı ise bir ışınla süper güç yüklenen süper kahraman aksiyonu olarak ilgi çekiciydi. Ama süreyi uzatıp, yönetmenin kariyerinde ‘mayın’a dönüşen fazla ciddi takılma ezberine takılarak da ivme kaybetti. Elbette Endonezya’nın “Deadpool”a (2016) cevabını eksantrik dövüş koreografileriyle görmek bile yeter de artardı bile!
Bunun yanında da “Jallikattu”da Hindistan’ın Malayam sinemasına damga vurmuş Lijo Jose Pelissery’nin eşliğinde yaşananlar da ‘Apichatpong katil boğa filmi çekmiş gibi’ dedirtti. Giriş bölümü fazla egzotik ve uzun olsa da zamanla keyfine varılan koyu beyaz tonuyla da şaşkına çevirip kalp atışlarını hızlandıran bir 90 dakika servis etti.
Malayam ve Uganda’dan kült olmuş isimlerin, gelenekleriyle var edilip Amerikan filmlerinin prömiyerlerinin arasına yerleştirilmesi keyifliydi. Bunların ‘üçüncü dünya ülkesi sineması’ olarak bir kitle bulması da TIFF’in olmazsa olmaz farkındalık yaratma arayışının devamıydı.
İngiltere'de feminist yeni Fransa aşırılığı
“Saint Maud” ve “The Vigil”, Yahudilerin “Rosemary’nin Bebeği” (“Rosemary’s Baby”, 1968) ve “Karabasan”ı (“The Entity”, 1982) olma yolunda adımlar attı. Ama bunlardan Rose Glass imzalı ilki daha iddialıydı. Yeni Fransız Aşırılığı damarlı psikolojik arka planıyla ana kadın karakteriyle ‘içine şeytan girme filmi’ alt-alt türünü ayağa kaldırıyordu. Filmin A24’e satılması şaşırtmadı.
Diğer bölümlerde İskandinavya’dan kendi alanında eli yüzü düzgün iki film çıkması da ilginçti. İlki bir dini tarikata teğet geçen “Disco”ydu. Disko koreografileriyle pagan tarikatı ayinlerinin aynı çizgide vukuatsız bir şekilde ‘sessiz’ halledildiği bir coğrafya sundu. “Resin” ise Kral Arthur filmlerinin korku-gerilim ayağına, şeytan çıkarma-tarikat motiflerinin üzerinden sakin bir şekilde bakmayı seçti. Maceracı dokusuyla yarattığı farklı zaman-mekan ilişkisine bağlamayı becerdi. Her iki yapıt da kolaycı bir korkutma metoduna kaymayıp dikkat çektiler.
Temalar tanıdık, imzalar farklı
Szumowska’nın ilk korkusu “The Other Lamb” de cinsel istismar tarikatı filmi olarak atmosferiyle öne çıktı, hikayesiyle sıradan durdu. Huisman ve Cassidy’nin uyumlu performanslarından güç alırken kendi stilize damarını da doğada ispatladı. Kosova Savaşı’nın hayaletlerini taşıyan cin filmi “Zana”nın, ülkenin feminist “Musallat”ına (2007) dönüşürken etkili imgelerle gerçekçiliği birleştirdiği de gözden kaçmadı.
Moorhead-Benson ikilisinin “Synchronic”i ‘Men in Black’ ile ‘Matrix’i bir araya getirirken, estetik açıdan mini dizi dokusuna yakın durarak kalıcılığı umursamadığını ispatladı. “Comets” de aslında ‘deneysel ve LGBTİ+ bilimkurgusu’ olarak çekici bir Gürcü filmine dönüşüyordu. Adeta “Dünyaya Düşen Adam”ın (“The Man Who Fell to Earth”, 1976) Balkanlar’dan gelen ama biraz ‘ilk film’ olduğunu belli eden feminist ardılı gibiydi.
Özellikle Kanada ve Amerika'dan kalıcı olacak filmler var
“Blood Quantum”un vasat zombi komedisi olması bir yana, İrlanda mamulü deniz yaratığı filmi “The Sea Fever”in çöp seviyelerinde gezdiği görüldü. Genel anlamda aslında sinemaya ufuk açıcı girişler yaptığını, aşina olmadığımız ülkelerden kült tür filmi denemelerinin ortaya çıktığını, B-tipi sinemanın kalkındırıldığını ve bilimkurgunun kalıcı eserler verdiğini görme imkanı bulduk. Cinsiyet eşitliğinin yaradığı bir korku-bilimkurgu programı izledik.
Gece yarısı seçkisi alanlarında keyifli ama fazla kalıcı olmayan seyirlikler daha bir ön plandaydı. Ama retro dokulu postmodern bio-pic “The Twentieth Century” ve uzaylı istilası filmlerine yeni bir alt-alt tür getirme hevesindeki “The Vast of Night” 2019-2020 sezonunun en iyileri olarak anılacaktır.