FİLMİN NOTU: 6.5
8-18 Eylül 2022 arasında düzenlenen 47. Toronto Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapıp Almanya’nın göndermesiyle Oscar’da Uluslararası Film’de favori haline gelen “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”u analiz ettim. Edward Berger’in Almanca yeniden çevrimi sağlam çekilmiş melankolik ve şiirsel bir hissiyat filmi.
DÖNEMİNE GÖRE DEĞERLİ BİR ANTİ-MİLİTARİST SAVAŞ FİLMİ
Alman 1.Dünya Savaşı gazisi Erich Maria Remarque’ın 1929’da yazdığı romanının “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” (“All Quiet on the Western Front”, 1930) adlı siyah-beyaz bir anti-militarist savaş filmi klasiğine malzeme edildiği bilinir. Lewis Milestone o dönemdeki dingin rejisinden onun psikolojik buhranını yansıtmıştı. Her daim de Alman ruhuna Weimar öncesi yaklaşmasıyla bilinmiştir o film.
1930’da En İyi Film ve En İyi Yönetmen Oscar’larına bir arada ulaşan ilk film olma istatistiğini eline geçirmişti. Ama diğer tarafta Goebbels’in de politik açıdan tepkisini çekmişti İngilizce çekilmesi sebebiyle. Alman bir kahraman yaratmak o dönemde riskliydi.
DANIEL BRÜHL VE SEBASTIAN HÜLK KARİZMA KATIYOR
2022’den geriye bakınca 1979 tarihli CBS için yapılmış ve unutulup gitmiş bir TV filmi de vardı. Burada ise Paul Bramer’ın gözünden Almanca çekilmiş ‘anti-militarist ve melankolik bir illüzyon’ izliyoruz. Savaş atmosferi ile birlikte aslında “Gel ve Gör” (“Come and See”, 1985) ile “Tarafsız Bölge” (“No Man’s Land”, 2001) arasında köprü kuran bir deneyime odaklanıyoruz. Tabii ki sinema zihnimize tesir edenlerle beraber!
James Friend’in sinematografisi balıkgözü objektifi, mercek bozulumu gibi görsel numaralara girerek aslında her şeyin kabus olduğuna bizi inandırıyor. Bu durum da şiirsel sinema eşliğinde gerçekleşiyor. Daniel Brühl ile Sebastian Hülk eklemeleri yüksek karizma ve deneyim aşılıyor olup bitenlere...
EASTWOOD’UN IWO JIMA’YA YAKLAŞIMINI ANDIRIYOR
“Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”un “Im Westen Nichts Neues” orijinal adlı Post-Obama dönemi güncellemesinde ciddi bir ‘politik açıdan doğru’ yaklaşıma adapte oluyoruz. Herkes Almanca konuşuyor. Ama Almanların Nazi olarak kötü vurgusunun da artık sinemanın ana karnı olmadığına dair de bir anlayış benimseniyor öte yandan. Bu sayede tepki çekmemek garantileniyor.
1930 ve 2022 tarihli uyarlamaların Clint Eastwood’un Iwo Jima Savaşı’na biri Amerikalıların, diğeri Japonların gözünden bakan iki filmle ‘muhalif’, ‘liberal’ ve ‘anti-militarist’ bir yaklaşımda bulunmasını akla getiriyor. “Atalarımızın Bayrakları” (“Flags of Our Fathers”, 2006) mat renkleriyle ilkinin, “Iwo Jima’dan Mektuplar” (“Letters from Iwo Jima”, 2006) ikincisinin yerine konabilir rahatlıkla.
‘SAUL’UN OĞLU’ İLE RAKİP OLABİLİR
Zulawski “Third Part of the Night”ta (“Trzecia Czesc Nocy”, 1971) bilinçaltında geçen psikolojik bir savaş filmi klasiğine imza atarken bu konuda işlevsel model yaratmıştı. Nemes, “Saul’un Oğlu” (“Saul Fia”, 2015) ve “Günbatımı” (“Sunset”, 2018) ile onun modelini izleyerek aslında tarihi olayların ‘gotik bir kabus’ olarak deneyimlenmesine alan açmıştı.
Ama burada o dönemin dişlileriyle bir 1. Dünya Savaşı filmini bütün buhranı, savaş karşıtlığı ve muhalifliği ile deneyimliyoruz. Almanları kahraman olarak yaratırken bundan gocunmayan bir anlayış var.
MELANKOLİK VE ANTİ-MİLİTARİST BİR İLLÜZYON
Edward Berger’in dizileriyle BAFTA, Camerimage ve Amerikan Görüntü Yönetmenleri Birliği ödüllü İngiliz görüntü yönetmeni James Friend ile birlikteliği monokrom çekilmiş sahneler hissi yaratıyor çokça. Tarihi bir bunalım, psikolojik bir kabus niyetine üzerimize çöküp bir daha da bizi rahat bırakmıyor! 1.78:1’in yarattığı sıkışmışlıkla görsel açıdan esaslı ve detaycı bir yapı var.
“Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”un melankolik ve anti-militarist bir illüzyon olarak yaptıkları ciddi anlamda iyi çekilmiş bir savaş filmini bize armağan ediyor. Ana karakterin ise etraftakileri kabusa dönüştürme niyetine etki gücü var. Ama sinemasal açıdan Tarkovsky’yi, Sovyet filmleri geleneğini sollama olmuyor.
ŞİİRSEL BİR HİSSİYAT SİNEMASI
Özgün bir dilden ziyade pastoral dokuyu iyi değerlendiren ama o kadar da taze hale getirmeyen bir işleyiş var. Daniel Brühl’ün yapımcı olarak da devreye girmesi anılacak öğeler arasında elbette.
Paul Baumer’in yaşadıkları gerçekten de savaşın getirdiği hissizliği karamsar bir bilinçaltı yolculuğuna çeviriyor. Bu durum ise kapkaranlık bir tat bırakıyor. Onun arka plandaki berrak görüntüler ve derin odakla bizde kattıkları değerli! Savaşı o kişinin gözünden görmek gerçekten de asap bozucu olabiliyor. Berger’in hissiyat sineması yapma derdi ‘şiirsel’ olarak karşılık buluyor.