Cannes 2021 yarışmasının en iyisi “Fransız Postası”nı, Filmekimi 2021’de izledim. Wes Anderson, kurmaca bir gazetenin üzerine giden nakış gibi işlenmiş bir yapıta imza atıyor. Son 20 yılın en özgün gazetecilik filmi bu. “Yurttaş Kane” ile “The Kentucky Fried Movie” arasında 60’lar Fransa’sından Godardiyen bir köprü kuruyor.
FİLMİN NOTU: 7.8
ÜÇ SONEDE BİR DAKTİLO SESİNİN YARATTIĞI TEKNİK KUSURSUZLUK
Wes Anderson filmini 3 sonede 1 daktilo sesiyle başlatıp ‘Beton Başyapıt’ (‘The Concrete Masterpiece’), ‘Manifestoya Düzeltmeler’ (‘Revisions to a Manifesto’), ‘Polis Komiserinin Özel Yemek Odası’ (‘The Private Dining Room of the Police Commissioner’) gibi hikayelere ışınlanması üzerinden planlamış. Anjelica Huston’un ses tonunun anlatıcıya denk gelmesine rağmen bizim neredeyse hiç gözükmediği bir 107 dakika. Ve 1.37:1’de, gazete oranında siyah-beyaz çekilmiş bir yapıt eşliğinde bize yansıyanlar sarsıcı.
Yönetmen, Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band adlı Beatles albümünü poster için kullanmış. ‘Fransız Postası’, ‘The New Yorker’un kurmaca şubesi olarak canlanıyor. Bu durum da aslında kurmacanın kurmacası bir 60’lar Fransa’sı tasviri ve tasarımını önümüze döküyor.
İKİ GERÇEK KARAKTER OLSA DA DAHİYANE BİR KURMACA EVREN
Aslında Harold Ross’un ortak bulucusu Arthur Howitzer Jr.’dan ve Julien Cadazio’nun Lord Duveen adlı bir sanat tüccarından feyz aldığını biliyoruz. Ama bunun ötesinde dahiyane ve muzip bir kurmaca dünyanın içinde kendimizi buluyoruz.
Görüntü yönetmeni Robert Yeoman ile kurgucu Andrew Weisblum’un bir araya gelip şov yaptığı bir film izliyoruz. Görünürde bir 60’lar Fransa’sı var ortada. Zamanla ise daha karanlık ve deneysel bir noktaya açılıyor. Godard’ın “Le Petit Soldat”sı (1963), “Alphaville”i (1965) akla gelecek kadar uç noktalar canlanıyor.
‘ALTERNATİF RESİMLİ ROMAN’A KARDEŞ OLARAK ÇIKAN BİR ‘RETRO GAZETE’
Bu damardan da aslında filmin de hikaye kurgusu tercihlerine yabancılaştırıcı açılar, genelde bir tarafı boşluklu bir şekilde ekleniyor. Yönetmen bu deneyiminde elbette her zaman sevdiği o ‘alternatif resimli roman’ üslubunun uzantısı olarak devreye sokuyor olabilir.
Ama burada sanki bir gazetenin karikatür sayfasından karelerin üst üste gelip dahiyane bir üçlü antolojik poker surat komedisine açılma canlanıyor. Anderson ciddi bir deadpan komedi auteur’u olarak her zaman bilinir. Ama yeni kurgucusu ile birlikte “Moonrise Kingdom”daki (2012) anlatıcıyı ekranın köşesine koymadan “Köpek Adası”nda (“Isle of Dogs”, 2018) melez animasyona kaymaya kadar çok zeki kıvrımların üzerinden gidiyor.
WES ANDERSON’IN EN DENEYSEL VE YAPIBOZUCU FİLMİ
Buradan da büyük oranda biz gazetenin basım seslerinin arasında işitsel haykırışların arasında alıyoruz soluğu. Yabancılaştırıcı çerçevelerin karikatür sayfasından fırlamış hali aşırı renkli ve ustalıklı duruyor. Bu durum da yönetmenin en deneysel yapıtına açılmamızı sağlıyor.
İlk hikayede Swinton’ın bir anda 2.35:1’de renk filtresine boğulduğu konferans salonunda da siyah-beyazda Del Toro’ya atlanması bile zıt kutupların şovu olarak dikkat çekiyor. Bu teknik cüretkarlık yönetmenin çok katmanlı ve eklektik üslubuna bizi hayran bırakıyor.
Anderson genelde zaten alternatif resimli romanın üzerine gitmiştir. Ama bu kadar yapıbozucu bir filme imza atmamış olabilir. Görsel açıdan sınırları zorlayarak usta yönetmenlerin en deneyli işleriyle, Welles’in “Mr. Arkadin”i (1955), Godard’ın “Alphaville”i, Scorsese’nin “Kapımı Çalan Kim?”i (“Who’s That Knocking at My Door”, 1967) ile yarışıyor.
FRANSA BÖLÜMÜ GODARDIYEN BİR HİS VERİYOR
İkinci öyküde altyazıların devreye girmesi bir yana Godardiyen etki daha da etkili. Chamalet’nin Belmondo’ya atıfta bulunur bir şekilde devreye girmesi siyah-beyaz-renkli arasında gidip gelmeye selam çakıyor. Özellikle 68 Fransa’sına ayrılmış ikinci bölümde Yapım Tasarımı da gaza basıyor ve inadına yapay bir şekilde devreye girdiğini gösteriyor.
Brechtiyen bir dokunuşla incelikli hale getiriliyor. Anderson’ın zaten “Moonrise Kingdom” ile anlatıcıyı köşeye konan ekran bölme dahiliğine burada farklı yılların gazete hallerini de ortaya koymaya yol açmış büyük oranda. Ekran bölme tekniği müthiş bir artistik patinaj sunuyor.
DAKTİLO SESLERİNDEN FIŞKIRAN ÖYLESİNE MUZİP HİKAYECİKLER
Fransa sevgisi ilk hikayede ise bize yansıyan bir çeşitliliğin başlangıcını Léa Seydoux’nun anadan üryan siyah-beyaz canlanmasıyla beliriyor. Yönetmen genelde bu kadar siyah-beyaz kullanmaz. Ama burada yapıbozucu ruh adına canlandırıyor. Ayrıca epilog ve proloğu da bir çizgi romanın parçaları olarak yerleştiriyor.
Filmin en devrimci tarafı inadına gürültü yaratan kurgusu olabilir. Daktilo seslerinden fışkıran öylesine hikayelerin stilize cümbüşü gerçekten keyif veriyor. Bu damardan ilerleyenler de fazlasıyla bize bir ‘matbu gazete basma estetiği’ne kadar götürüyor. Basımın yaratıcı sonelerine hayran bırakarak tamamlanıyor.
ÇIĞIR AÇMA ADINA SINIRLARI ZORUYOR, KARAKTERSİZ İLERLİYOR
Bu konuda aslında son 20 yılda devrimci bir gazetecilik filminin, adeta Natonal Lampoon gibi bir dergiye uzandığını görüyoruz. Bu entelektüel ruh da bize doğrudan yansıyor. Anderson’ın deneysel dolgusu enfes ve zihin açıcı bir filmi duyuruyor.
Karakterlerin neredeyse yaşamadığı sürekli bir gazetenin basım süreci üzerinden seslerin bize hissettirildiği bir döngü kuruyor. Bu döngü kafa şişirmiyor, aksine inadına neden-sonuç ilişkisini yıkıyor. Oyuncuların tamamına yakınını rahatsız edecek bir şekle sokuyor. Dahiyane bir postmodernizm bu damardan akıp alkış bekliyor.
‘YURTTAŞ KANE’ İLE ‘KENTUCKY FRIED MOVIE’ ARASINDA 60’LAR FRANSA’SINDAN GODARDİYEN BİR KÖPRÜ
“Fransız Postası”, matbu gazeteciliğe adanmış bir film. “Yurttaş Kane” (“Citizen Kane”, 1941) ile “The Kentucky Fried Movie” (1977) arasından Fransız Yeni Dalgası’nın altın döneminden köprü kuruyor. Bundan keyif alarak da aslında her karesine ayrı uğraşılmış bir yapıtı duyuruyor. Dedektiflik araştırmasına sanki National Lampoon dokunuşunda bulunuyor.
Bu türde “Ace in the Hole” (1951), “Shock Corridor” (1963), “Başkanın Tüm Adamları” (“All the President Men”, 1976) gibi başyapıtlar var. Ama burada da onların yanına yerleşmeyi zamanla hak edecek bir devrim canlanacak gibi gözüküyor. Türünde bu kadar ufuk açıcı, cesur ve postmodern bir deneme az görülmüştür.
TÜRÜN EN İYİLERİ ARASINA GİRME İDDİASINDA
Gerçekçiliğin mağduru olup sinema tadı içermeyen “Spotlight” (2015) ve “Collective”in (2019) ikisinin toplamından daha çok yedinci sanat sunuyor. Bu alanda son 20 yılda yapılan iki iyi film “Nothing But the Truth” (2008), “The Post”un (2017) hemen üzerine ‘devrimci’ tarafıyla ekleniyor. Türün en iyileri arasına girmek için de bir iddia ortaya koyuyor.
Oyuncuların boşluklu ve kafaları kopuk kareler eşliğinde dolaştığı noktadan kendi yolunu bulan, bu sapakta da sürekli yaratıcı keşiflerle bizi saran bir sinema filmi izlediğimiz. Gazeteciliğin bir kenarına whodunnit, bir kenarına komedi antolojisi yerleştiriyor. Brody’nin karakterine bir hikaye daha iplikle bağlasak sırıtmayacak bir şekilde tamamlanıyor.
FİNALDEKİ GAZETE BASILIP HATIRA ÜRÜNÜNE DÖNÜŞTÜRÜLMELİ
Anderson’ın tarihi hikayeler de denemekte sınır tanımayacağı ispatlanıyor. Her filmle ayrı bir deneyle karşımıza çıkabileceği büyük oranda saygı duyulacak noktada bir haykırışla ve hayranlıkla noktalanıyor. “Büyük Budapeşte Oteli”ni (“ The Grand Budapest Hotel”, 2014) de solluyor.
Finaldeki karikatür kitabı niyetine beliren gazete ise manidar. Yönetmenin retro mucizelerine bir yenisini ekletiyor. Bunların basılıp hatıra malzemesi olarak da dağıtılması gerek! Bu sayede komedi auteur’ünün kült antolojisi şanına şan katacaktır!
The New Yorker’a adanmış bir filme imza atıyor.