Korona virüs günlerinde Netflix’te mayıs başında start alan iki mini dizi tartışmalara yol açtı. Peki hangisi daha iyi? Ryan Murhpy’nin ‘Hollywood’u mu, yoksa Damien Chazelle ile Houda Benyamina’nın ‘The Eddy’si mi? Bana göre ‘Hollywood’.
Hollywood notu: 6.8
The Eddy notu: 4.2
Hays kodu dönemi fantezisi
Ryan Murphy, Ian Brennan’la beraber 1960’ların sonunu mesken tutan Tarantino’nun “Bir Zamanlar… Hollywood’da”sının (“Once Upon a Time… in Hollywood”, 2019) bir bakıma ağabeyine imza atıyor. ‘Hollywood’, 1947-1948 Hollywood’unu yeniden şekillendiren bir yapıt... Ana karakterleri fark etmeksizin bildik muhafazakar, milliyetçi, ırkçı ve homofobik taşlarla oynuyor. Adeta Hays Kodu döneminin sansür problemlerini bir isyanla yorumluyor. Devamı da gelebilecek bir mini diziye imza atıyor.
Altı saate yakın süren mini dizi, aslında yeniden yaratılan Oscar törenine uzanana kadar da çok farklı tellerden çalıyor. Dylan McDermott’un benzinci tiplemesiyle girilen Hollywood dehlizlerinde ‘LGBTİ+’, ‘feminist’ ve ‘siyahi’ projelerinin çok erken kabul edilmesine kadar uzanıyor.
Böylesi bir fanteziyi ya da tersyüz etmeyi herhalde anca Ryan Murphy gibi cesaretli ve çılgın bir yaratıcı yapabilirdi. Onun ‘Nip/Tuck’, ‘Glee’, ‘Feud’ ve en son da ‘Posse’ ile birlikte bir kimlik belirlediğini biliyoruz. Belki de ‘dizi piyasasının Tarantino’su’ demek doğru tabir olacaktır.
Rat Pack'in öncülü olarak gelen bir ekip
Burada Rock Hudson’ın devreye girerek LGBTİ+ kimliğini geç itiraf ettiği düzene isyan ettiği, sınır tanımayan projeler görüyoruz. Ace Pictures adlı kurmaca şirket fazlasıyla iş bitiriyor. Frank Sinatra, Dean Martin, Sammy Davies Jr., Peter Lawford ile Joe Bishop’un birlikteliğiyle 50’lerde başlayan meşhur Rat Pack’ten 10 sene önce devreye giren daha özgürlükçü bir ekip var.
Raymond Ainsley (Darren Criss), Jack Costello (David Corenswet), Rock Hudson (Jake Picking), Archie Coleman (Jeremy Pope), Anna May Wong (Michelle Krusiec), Camille Washington’ın (Laura Harrier) onların yerine geçtiği ve çok kültürlü olunduğu görülüyor. İddialı bir şekilde Hollywood partilerinde eşcinsel ilişkiye girebilen bireyleri görüyoruz. Bu durum asap bozduğu kadar kara komediye güldürüyor da... Düşler ülkesine bakış Mel Brooks’un “Deli Dolu”su (“Silent Movie”, 1976) ile akrabalık kuruyor.
Senaristler ve yönetmenler büyük oranda dönemsel değişim yaparak bildik oyuncuların yerine bambaşka özgürlükçü tipler koymuş. Açılışın Jack Castello ile Ellen Kincaid’in cinsel ilişkisiyle olması da şaşırtıcı değil. Murphy büyük oranda aslında tarihsel düzenle oynarken tabulara karşı çıkmış.
‘The Eddy'ye 'Hollywood' usulü zorlama bir yaklaşım
The Eddy’de ise Jack Thorne, André Holland ve Alan Poul’un yürütücü yapımcı olarak girmesiyle onların tarafına çekilen, ‘Hollywood usulü’ne evrilen bir proje görüyoruz. Fransa’daki bir caz kulübünün etrafındaki orta doğulusu, siyahisi, kadını, erkeği, beyazı, lehi fark etmeksizin bir ‘kültürlerarası potpuri’ sunuluyor. Bunun adı da aslında ‘caz kesişen hayatlar filmi’ konmuş.
Julien Poupard’ın yani Cannes’dan Altın Kamera’lı “Divines”in (2016) yönetmeni Houda Benyamina’nın görüntü yönetmeninin gelmesiyle birlikte el-omuz kamerası gerçekliğinin üzerine giden Tony Gatlif usulü bir Fransız kenar mahallesi görüntüsü var. Planların uzunluğu ise yönetmene göre değişkenlik gösterebiliyor.
Caz/blues estetiğini sıradanlaştırıyor
Aslında Chazelle, başarılı Fransız görüntü yönetmeni Eric Gautier ile çalışmış. Bunu ilk bölümde hissettiriyor. Elliott Udo’nun (André Holland) bara girişini ve sonrasını fena yansıtmıyor. John Carney’nin gerçekçi müzikali “Once” (2007) kafası var. Onunla “Babil”i (“Babel”, 2006) birleştirme arzusu da gözükebiliyor. Ama oradan yürürken ikide ‘kaybolan kız’, üçte ‘Cezayirli adam’, dörtte ‘siyahi şarkıcı’, beşte ‘Polonyalı şarkıcı’ derken aslında gerçekçilik üzerinden giden Cassavetes usulü bir “Gangsterler Kulübü” (“The Cotton Club”, 1984) yaratma sevdasına dönüyor zamanla…
Ama caz/blues söz konusu olduğunda Spike Lee’nin “İki Kadın Arasında” (“Mo’ Better Blues”, 1990) ve kariyeri, Barry Jenkins’in “Sokağın Dili Olsa”sı (“If Beale Street Could Talk”, 2018) kadar karizmatik ve stilize bir deneyim devreye girmiyor. Aksine kültürlerin üzerine fazla gidince 50 dakikalık bölümlerin sadece 15-20 dakikası müziğe, performansa ayrılıyor. Gerisi ise Fransa’da Audiard damarlı zorlama bir kültürel çatışmayı, mahalle kültürü temsilini getiriyor.
İlk sesli film “Caz Muganisi” (“The Jazz Singer”, 1927) bu yana caz ele alındı, Sovyet yapımı “Jazzman”e (“My iz Dzhaza”, 1983) kadar gidip, bunu kültürlerarası hale getirebiliriz. Ama buradaki gerçekçilik yapay, zorlama ve vasat duruyor. Bu sıradanlıkla dizi hantallaşıp neredeyse bitmeyecek hale geliyor. ‘Hollywood’ nasıl mini diziye sıkışıp altı saatte akıcılıkla iş bitirdiyse, ‘The Eddy’de de ciddi bir süre problemi var.
Amerikan eli değen 'Hollywood' değil de, 'The Eddy'
Caz kulübü dizisinin Amerikan eli değmiş hali çok belli oluyor. Hikayelerin kontrolden çıkıp gereksiz uzayarak sekiz saati aşması bir tempo sıkıntısına yol açıyor. Benyamina ile Poupard’ın el-omuz kamerası gerçekçiliğine yatkın tarzı bütün üsluba transfer edilmek istenince hantal bir görünüm ortaya çıkmış. ‘Sonsuz’ olmak bir sinemasal tercih ama bir nokta koymak da gerekirdi sanki. Bu haliyle vasat bir el-omuz kamerası fetişizmi izliyoruz.
‘Hollywood’da Murphy’nin sistem karşıtı yaklaşımında görüntü yönetimi iddialı değil. Sanat yönetimi ilginç. Ama Hollywood’un üst birimlerinde çalışanları mutsuz edecek özgürlükçü ve sınır tanımayan bir yaklaşım var. Ace Pictures’un Reiner’ın oynadığı patronu bir yana, stüdyo bireyleri de Harvey Weinstein’in günümüzdeki fotoğrafını çekecek kadar özgür bir şekilde ikiyüzlülüğü ve cinsiyetçiliği eleştiriyor.
Alternatif tarih ciddi anlamda 'fantezi'yi güzelliyor
‘Alternatif tarih’ çalışması son düzlükte ise Camille Washington’ın Dorothy Dandridge’in, Anna May Wong’un Miyoski Umeki’nin yerine konduğu görülüyor. Kendi alanlarındaki rekortmen Oscar galiplerine selam çakıyor. LGBTİ+ kimlikli olduğunu erken itiraf eden Rock Hudson ise karşılaştırma açısından değerli bir fanteziye dönüşüyor. Oynadığı burada yaratılan ‘Meg’ filminin adıyla ise fazlasıyla 1950 tarihli “Peggy”yi hatırlatıyor.
Ama mini dizi, De Sica’nın “Kaldırım Çocukları”nın (“Scuiscia”, 1946) Özgün Senaryo adaylığının silinmesi veya sonradan kara listeye girecek Osmanlı göçmeni Elia Kazan’ın aldığı ilk ödülün silinmesiyle de tartışmalar açabilir. Tarihi bu kadarını da değiştirmemek gerekebilir dedirtiyor açıkçası bu iki örnek.
Kaliteli genç oyuncu problemi var
“The Eddy” ise Afro-Amerikan karakterlerin yedi hikayenin arasına üç tane girmesiyle büyük oranda ‘batıcı’ ve ‘emperyalist’ bir hal alıyor. Çok kültürlü bir caz kulübü tanımı sunmak istiyor, müziğin türleri açısından da bunu yönetiyor. Ama çok hesaplı bir yere çıkıyor. Görünüm Benyamina gerçekçiliği ama ileri görüş hiç öyle değil. Onun Tony Gatlif ekolünü takip eden kenar mahalle kültürü arayışı Chazelle’e ve diğerlerine yakışmıyor.
Alan Poul son bölümde aşırı yapıştırma duruyor, Laïla Marrakchi ise fazlasıyla memuriyet yapıyor. Ayrıca feyz alınan “Once”ın yönetmeni John Carney, sadece ‘eli yüzü düzgün bir gerçekçilik’ sunmasıyla anılacak o eserden sonra bu seviyeyi bile yakalayamadı.
‘Hollywood’daki sınırları zorlama arzusu daha iddialı. Öte yandan her iki dizide de yeni ve genç oyuncu problemi var. Belki “Soğuk Savaş”ın (“Cold War”, 2018) Joanna Kulig’i kalıcı olur. Gerçekten de müthiş bir şekilde şarkı söyleyip mest ederken, oyunculuğuyla da diğerlerine fark atıyor. Özellikle André Holland’ı ezip geçiyor. Hollywood’da ise Dylan McDermott, Rob Reiner, Patti LuPone ve Holland Taylor öne çıkıyor.
Murphy ile Brennan ikilisi, dizilerde ihtisas yapmanın faydasını görüyor. Beş farklı yönetmene rağmen yedi bölümde tutarlı bir üslup var. Mini dizi asla sarkmıyor, akıcı kurgusu ve keyifli senaryosuyla kendini izletiyor. Üzerine konuşulacak alaycı bir Hollywood yaratıyor. ‘The Eddy’ ise sanat yapacağım diye kasıp sekiz bölüme zorla uzatıldığını hissettiriyor. Tartım problemini açığa çıkarıyor.