FİLMİN NOTU: 7.6
RAHATSIZ EDİCİ GÖZLEMCİ BELGESELLERİYLE BİLİNİYOR
Ulrich Seidl, 1980’lerin başından itibaren Vittorio De Seta’nın çığır açan ve 50’lerin sonunda gördüğümüz ‘gözlemci belgesel’ tekniğini rahatsız edici imgeler, ötekiler ve cinsellik üzerinden canlandırma üzerine bir dil oluşturdu. 1980’te çektiği 50 yaşındaki bir cücenin öyküsünü anlatan “One Forty” (“Einsvierzig”) ikonik bir kısa filmdi. Karl Wallner’in tiplemesiyle bile anılmaya açık bir cüretti! Avusturya’dan Herzog’a veya “Eraserhead”e (1977) cevap olarak geliyordu!
1982’de gelen “Balo” (“Der Ball”, 1982) biraz “Şölen” (“Festen”, 1998) öncesi gelen zeki bir orta metraj belgeseldi. 1990’daki ilk uzunu “Good News: Newspaper Salesmen, Dead Dogs and Other People from Vienna”yla (“Good News: Von Kolporteuren, toten Hunden und anderen Wienern”) zaten sokaktaki bir gazete bayiinin üzerinden kalıcı bir 126 dakika servis etmişti. Belki orada süre problemliydi.
MANKENLERE DAİR YAPILMIŞ SIRA DIŞI BİR BAŞYAPIT
Ama yavaş yavaş bize Avusturya’nın orta sınıfının karanlık dünyasını yansıtacağını ispatlamıştı. 1999’da ise “Models”, üç-dört modelin bakış açısından akarak çığır açan ‘porno’, ‘belgesel’, ‘fotoğraf çekimi’ gibi parçalara sahip ‘sakil bir dinginlik’le üretilmiş bir modern klasik olma hedefiyle yola çıkıyordu. Orada sabit çerçevelerle gözlemciliğin ve röntgenciliğin ulaştığı başyapıt seviyesi hayranlıkla izleniyordu.
Yönetmenin “Zor Günler” (“Hundstage”, 2001) ile “Mutluluk” (“Happiness”, 1998), “Amerikan Güzeli” (“American Beauty”, 1999), “Sitcom”a (1999) cevap verdiği banliyöden işlevsiz aile kesişen hayatlar resmi nefes kesici karelerle akılda kaldı. Yine çıplaklık müthiş bir zıt kutuplar üzerinden canlanarak geri planda kalmış insanların arasından bir buhran dünya ‘grotesk absürd mizah’ın en bariz haliyle kariyer zirvelerinden birinde temsil buluyordu.
Sonrasında “Import Export”ta (2007) da kesişen hayatlar biraz cinsel istismara kurban gidiyordu. Ama “Cennet: Aşk” (“Paradies: Liebe”, 2012) ile beraber tek bir bireyin gözünden akmaya geçiş doğru bir hamle olarak canlandı. Oradaki adeta “Gündüz Güzeli” (“Belle de Jour”, 1967) cevap olarak gelen ilişki filmi Kenya’ya göç etme üzerinden bir cinsel arayışa eklenen kimlik bunalımıyla da dikkat çekmişti.
“Cennet: İnanç” ve “Cennet: Umut” da yine toplumun dışına itilen kadın bireylerin üzerinden asap bozucu sinema filmleriydi. İkincinin Dreyer’in dinle ilgili eserlerine ‘cinsel arayış filmi’ cevabı olarak geldiğini görmüştük. Gerilimli ve akıllara durgunluk veren bir kökten dincilik eleştirisi vardı. Yönetmenin ‘cehennem’i adeta tersi istikamette konulmuş ismiyle kalıcı bir üçlemesi araya giren entelektüel resim tabloları ve performanslarla da adeta her şeyin hayali olduğuna usul usul dikkat çekebiliyordu.
‘GECEYARISI KOVBOYU’ İLE ‘MAGDALENA BACH’ ARASINDA GROTESK KÖPRÜ
Seidl, artık üzerine koya koya gidiyordu. “In the Basement” (“Im Keller”, 2014), “Safari” (2016) gibi tuhaf gözlemci ve rahatsız edici belgesellerin ardından şimdi ise bir pop yıldızının jigololuk ve şarkıcılık ile süren başarısızlığını iğneleyici bir filme malzeme ediyor bu sefer. Yine aynı yapıyı izliyor. Sinematografi ve ortak senaristlikte ise en kilit isimlerini Wolfgang Thaler ve Veronika Franz’ı koruyor.
Bu durum karşısında geniş planların ve üstü boşluklu çerçevelerin arasında “Rimini”de bir Michael Thomas izliyoruz. Onun popüler kültür referanslarıyla belki John Travolta’ya, “American Gigolo”ya (1980) kadar uzanan Richie Bravo’su kült olacaktır! Ama özellikle “Geceyarısı Kovboyu” (“Midnight Cowboy”, 1969) ile Huillet-Straub imzalı “Chronicle of Anna Magdalena Bach” (“Chronik der Anna Magdalena Bach”, 1968) ya da Hal Ashby’nin “Şöhret Yolunda”sını (“Bound for Glory”, 1976) kendi ruhuyla birleştiren bir yaklaşım var. Bu da Werner Herzog ile Dusan Makavejev arasında kurulan köprünün zevkini Solondz-Haneke kırması gibi gözükerek sürmek anlamına geliyor!
AVUSTURYA SİNEMASININ POKER SURAT KOMEDİSİ EKSİKLİĞİ İTİNAYLA DOLDURULUR!
Yönetmenin Avusturya sinemasında Haneke’nin yanında da çalışsa bile ondan 10 yaş küçük bir isim olduğu gerçeği nettir. Bir anlamda yabancılaştırılan bireyleri anlatan eserlere ise Götz Spielmann ile aynı yönlendirici üst kuşaktan çıktılar. Onların ardından Jessica Hausner, Barbara Albert, Ruth Mader, Michael Glawogger, Hubert Sauper, Hans Weingartner gibi bir ikinci kuşak da devreye girerek faaliyetlerini sürdürmüştü.
Haneke belki bunların Pasolini’si olarak tanımlanabilir. Seidl ise Herzog ile Makavejev arasında köprü kurarak kendine özgü anti-kahramanlarla rahatsız etmeyi sürdürüyor. Ülke sinemasındaki Tsai Ming-Liang, Jim Jarmusch, Roy Andersson, Aki Karusmaki, Takeshi Kitano eksikliğini dolduruyor adeta. Burada Seidl’ın en eğlenceli filmini rahatsız edici imgeler eşliğinde izliyoruz.
AKIL HASTANESİ İMGESEL BİR GÖVDE GÖSTERİSİ İLE SARILIYOR
“Rimini”de göçmen ve müzik kültürünün izlerine dair Nazizm üzerinden bir yitip gitmişlik bize doğrudan işliyor. Oraya göç eden bir anti-kahramanın yabancılaştırıcı öğeler arasındaki ince ince planlanmış kadrajlarıyla bize göçü de, seks işçiliğinden para kazanma duruşunu da yansıttığı görülüyor.
Bu durum aslında annesini kaybettikten sonra babasının akıl hastanesindekindeki hallerini açılış ve kapanışı orada yapan filmin de bir anlamda onla reenkarnasyon niyetine bir imgesel bütünlüğe ulaşma canlanıyor. Seidl’ın eserlerinde gittikçe daha da yaşanan şeylerin tamamı hayal miydi? gibi bir his yarattığı bir gerçek. ‘Cennet Üçlemesi’nde sonra burada da var. Arka plandaki tablolar, bir sahneye çıkma ve bunun ötesinde yıkılan dördüncü duvarla beraber aslında kimlik mücadelesi kendini gizemli bir yapboza bırakabiliyor.
LARRAIN’IN ‘TONY MANERO’SUNA İDDİALI BİR RAKİP!
“Rimini”, ciddi müzisyen biyografilerinin anti-tezi olarak da, bir müzik kültürü taşlaması olarak da, jigololuk hicvi olarak da görülebilir. Ama bu kaynakların tamamında bir “Muhsin Bey” (1987), “Hokkabaz” (2006) hali de yok değil. Huillet-Straub her zaman itici sanat algısını da akla getiren “Chronicle of Magdalena Bach” ile “Geceyarısı Kovboyu”nu birleştirme arzusu da var elbette.
İlkinin yapısı mesafeli bir şekilde performanslarda var. Ama onun ötesinde ikincisinin Joe Buck’ının Amerikan popüler kültüründen çıkan bir jigolo kovboy olarak devreye girmesi fazlasıyla ikonik. Bu da fazlasıyla Larrain’in “Tony Manero”su (2008) ve onun “Cumartesi Gecesi Ateşi”ndeki (“Saturday Night Fever”, 1977) Travolta karakterinden alınan ismine Avusturya’dan rakip olarak gelme getiriyor. Biri Pinochet’nin diğeri Nazizmin karanlık izdüşümleri olarak beliriyor. Alverson’ın “Şov Dünyası” (“Entertainment”, 2015) da bunların ABD’den çıkan kardeşi adeta!
YABANCILAŞTIRICI CİNSELLİK TEMSİL HALİNİ KORUYOR
Seidl’ın her zaman bir ‘cinselliğin en çıplak ve bariz hali’ olarak konumlanan bir duruşu vardır. Bazı filmlerde ‘grup seks sahneleri’ni (“Zor Günler”, “Cennet: İnanç”) kullanmaktan geri durmaz. Bu durum Makavejev, Jess Franco veya Rosa Von Pranheim’a da götürülebilir. İşin cinsellik boyutu aslında hayallerimize ışınlanmak için yol göstericidir. İğrendiğimiz karakterleri anlatma da incelikli ve detaycı bir şekilde kült olarak tiplemelerine burada devam ediyor Seidl.
Karakter de özgün ve rahatsız edici yöneliminin arasında hem alaycı hem de dramatik olmayı beceriyor üstelik. Zıt kutuplar arasında giderken kalıcılık zekasının en eğlenceli yerlerinden biriyle yüzleşiyoruz bu kez. Yönetmenin diğer filmlerinde de seks işçiliğinin devreye alaycı ve entelektüel şekilde çıktığını görmüştük. Burada onun devamı var. “Cennet: Aşk”ta 50 yaşlarındaki Teresa’nın Kenya’da yaşadıkları İtalya’ya transfer ediliyor.
HANEKE’YE KAFA TUTAN SEIDL’IN SON ÇILGINLIĞI
Adeta ‘seks hayatı’ ile ‘performanslar’ arasında gidip gelen yapının ciddi genel planlarla aslında gizli mizahı fazlasıyla beslediği görülebiliyor. Bu durum da Herzog ile Makavejev arasında gidip gelen zıt kutuplar uyruklu yapıyı daha da iddialı hale getiriyor. Tipik bir İtalya tatiline çıkacağız diye düşünürken tam tersi gerçekleşiyor. Seidl hiç böyle bir şey yapmıyor.
Aksine şiirsel kareler ile grotesk mizah anları üst üste geçiyor. Hüzünlü ve dertli ana karakterinin babasıyla ilişkisini de onun akıl hastanesinin halinin reenkarnasyonu oldu mu olmadı mı sorusu eşliğinde bize sunuyor. Aşırı ötekileştirilen karakterler o diyardan hiç de sömürülmüyor. Aksine ikonik öteki temsilleri ve fotoğrafları armağan ediyorlar yedinci sanata! Avusturya sinemasında yaptığı kalite işlerle Haneke’yi tahtından indiren Ulrich Seidl’ın son çılgınlığı usta işi görüntülerle bezeli!