Sundance’in Jarmusch’tan Solondz’a uzanan önemli isimler çıkaran meşhur Kurmaca Ana Yarışması’nda 10 film yarıştı bu yıl. Bunların çoğunluğunun tür sineması ürünlerine dönüşme kaygısıyla ‘iki siyahi istismar filmi birden’ düşüncesinin ötesine ulaşmadıkları görüldü. Regina Hall, Keke Palmer ve John Boyega ise başrollerde yapaylık yarışına giriştiler! Ana tema göçmenlikti.
SON İKİ SENEDE YARIŞMA SÖNÜK
Tabitha Jackson’ın gelmesiyle birlikte Sundance’in yarışma mantığı politik açıdan etnik çeşitliliği abartan bir şekle sokuldu. Bu yıl 10’luk seçkide beş erkek-beş kadın ve üç siyahi-yedi beyaz yönetmenin işlerini izledik. Bu durum da özellikle 2020’nin John Cooper seçkisiyle ciddi bir rekabet problemi getirdi. Esas tema ise farklı ülkelerde de canlanabilen göçmenlikti.
Aslında bilimkurgu, korku, fantastik, rehine gerilimi gibi türlerdeki denemeler bir hareket getiriyor gibi gözüküyor. Ama bunların deneme şekli de çoğu kez ‘siyahi istismar double feature’ı’ izleme hissiyatının ötesine geçemedi. Elbette kopyala-yapıştır arthouse sinemanın anlamsız üretimlerini başka festivalleri etkisi altına aldığını düşünürsek bu bir özellik olarak da görülebilir. Bu genel problemin yanında dört filmden ‘sinemasal tat’ alma olanağına sahiptik.
ZEKİ BİR KLONLAMA META-KOMEDİSİ
“Dual” toplamın en derli toplu çalışmasıydı. Beyaz Amerikalı Riley Stearns’ın feminist klonlama meta-komedisi baştan sona izlenen bir seyir sürecine sahip. Ölümcül hastalığa yakalanan Sarah’nın kendi ikizini aradığı filmin varoluşçu alt metinleri değerli. Kate Gillan’in 95 dakikanın tamamında bir gizem ve merakla elektriğine bağladığı da söylenebilir.
Yönetmenin önceki iki filmini de düşünürsek en olmuş eserini izledik. İngiliz kara komedisi damarlı alaycı klonlama filmi gerçekten de keyif verebildi. Fakat yine bir sinematografi problemi Michael Ragen’ın varlığıyla devredeydi. Elbette bir “Tek Aşkım” (“The One I Love”, 2014) dahiliğine ulaşma yoktu ortada. Ama baştan sonra enerjisine ve ritmine bağlayan zeki bir tür sineması ürünü deneyimlemek çekiciydi.
OZU’YA SAYGI DURUŞUNDA BULUNAN ROMANTİK BİR MİNİMALİZM
20 senedir ağır tempolu ortalama filmlerin unutulmaz yönetmenine dönüşen Bradley Rust Gray ise beşinci uzunu “Blood”da yine aynı seviyeyi tutturdu. Aslında Ozu’ya saygı duruşunda bulunan romantik bir yas filmine imza attı bu kez. “Cafe Lumiere”le (2004) benzer yapıda olsa da Hsien’in sinemasal ustalığına ise ulaşmakta zorlanıyordu. Carla Juri’nin Chloe’sinin Uzakdoğu’da ruhsal bir terapi peşinde olduğu netti.
Eric Lin ve Issei Ogata filmin en güzel hediyeleri gibiydi aslında. Ama dingin yapının biraz fazla mekanik ağır tempoya kayması ciddi bir ortalama hal de getirdi. Fakat Danien Bjarnason’un özellikle sona doğru piyano tuşlarıyla gaza basması şiirsel bir tat katıyor. Her şeye rağmen Kore-eda gibi çakma gerçekçi minimalizmin veya Kiarostami’nin “Like Someone in Love”ının (2012) üzerine çıkma izleyebildik.
‘WATCHER’ VE ‘MASTER’ ATMOSFER DUYGUSUYLA ENTELEKTÜEL DURUYOR
İşin korku-fantastik boyutunda “Watcher” ve “Master” haricinde dişe dokunur bir yapıt da izlemedik. İlkinde Romanya’da yaşayan Chloe Okuno’nun atmosfer becerisiyle getirdiği hassasiyet son dönemin çıkışlarından Nicolas Pesce’nin mesafesini hatırlattı. Özellikle apartmana girişle gözetlenen Maika Monroe ile Karl Glusman’ın oynadığı Julia-Francis ikilisinin plan sekansla alınan seks sahnesi bir beceriyle kotarılmış gibiydi. Benjamin Kirk Nielsen’in isimsiz bir görüntü yönetmeni olarak çıkış yapması dikkate değer.
Aşina olmadığımız bir Balkan ülkesinden fışkıran retro dokulu film ismi de bu duruma eklendi. Filmin aslında “Arka Pencere”ye (“Rear Window”, 1954) selam çakarak başlayan dokusu gayet izlenesi. Bir atmosfer filmine alan açıyor. Ancak yönetmen görsel açıdan becerikli olsa da Zack Ford’un ortak senaristliğinden çekmiş.
Zira yabancı diyarlardan gelmiş kast üyelerinin Romence aksanlı konuşması bir noktaya taşınmayan bir inandırıcılık problemine yol açıyor. Yine de son noktada De Palma ufuk açıcılığına kayılmamasına rağmen Bükreş’in sokaklarındaki seks barlardan uzanılan “Rosemary’nin Bebeği” (“Rosemary’s Baby”, 1968) ile köprü kurma ivmesi izlenesi bir korku-gerilim denemesine alan açıyordu. Özellikle de “Otel” (“Hostel”, 2005) misali bir ırkçılık canlanmaması yerinde.
“Master”da Mariama Diallo’nun öğretmen-öğrenci ilişkisi üzerine kurduğu yapının aslında sabit kameralardan alınmış uzun planlarla çıkışsızlığa alan açtığı çok bariz. Bu durum karşısında filmin ilk 40 dakikasında “It Follows” (2014) ile rekabet etme ihtimali var. Bir çeşit teen slasher’a giderken ise ‘usta’ ismiyle de aslında ‘büyü/tarikat filmi’ne kayma arzusu devreye girebiliyor.
REGINA HALL VE KEKE PALMER SİYAHİ İSTİSMAR DUYGUSU AŞILIYOR
Dehlizlerinde gezmesi keyifli bir film izliyoruz. Görsel açıdan en azından lisenin sıkışmışlığında bir mücadele bulunuyor. ‘Harry Potter’ın yatılı okul çıkışsızlığına dair da bir şeyleri başka bir tür üzerinden ifade etme yaklaşımı yerinde. Ancak parodi filmlerinin ucuz oyuncusu Regina Hall’un ciddi bir korku ötekisi olarak sokulmasıyla film kontrolden çıkıyor.
Ana yarışmadaki Krystin Ver Linden imzalı bir başka film “Alice” de aslında aynı probleme sahip. Siyahi Alis Harikalar Diyarında olarak yola çıkıyor. Ancak başrole Keke Palmer gibi komedi ezberi olan bir ismi hem kölelik olan yüzyıllara hem 70’ler ABD’sine atması, büyük oranda “A Wrinkle in Time”ın (2018) bile daha sinemasal durduğu bir fantastik yapıta kaykılmasına sebebiyet veriyor.
‘ANTEBELLUM’ VE ‘UNDERGROUD RAILROAD’UN SİKLETİNDE DEĞİL
Öte yandan “Alice”, “12 Yıllık Esaret”in (“12 Years a Slave”, 2013) feminist şubesi gibi başlıyor. Ancak ne dönemine ne diyaloglarına inandırıyor. Sanat yönetimi ve kostüm namına da gerçekten bu kadar tertemiz bir boyutsuzluk az görebiliriz. Özensizliğin diz boyu olduğu düzende de Alice 1970’lere zaman yolculuğu yaparak kırmızı ceketli şarkıcı Common’un yapaylığı ile mücadele ediyor! Adeta olabilecek en kitsch iki oyuncu buluşuyor.
Ver Linden çoktan kendini ispatlayan “Antebellum” (2020) ve Underground Railroad’un (2021) yapıldığı 2020’lerde olduğunu unutmuş! Bu sayede de “Coffy” (1973) üzerinden Pam Grier’a selam çakma, onu canlandırma da abartılı oyunculuk kesen çaylak Keke Palmer’a takılıyor üstelik! Kölelik öyküleri de politik meselesi var diye bir hevesle izlenmiyor.
AISHA VE ALICE SİYAHİ İSTİSMAR FİLMİ İKİLİSİ GİBİ!
Ama bunu kenar mahalle kültüründen çıkıp gelmiş Senegalli göçmen öyküsünü kozmik bir deniz canavarı filmine çeviren “Nanny” ile de aslında bir arada izlemek mümkün. Olabilecek en trash öğelerden oluşturulmuş bir yapıt bu! Michelle Monaghan’ın profesyonelliğinin bile kurtaramadığı bir ucuzluk hakim!
Alice ile Anna Diop’un Aisha’sı aynı siyahi istismar filmi double feature’ında izlenebilir. Ultra mini bütçeyle müthiş efektler parçalayıp herhalde varoluşçu şeyler söylemek isterken fena halde dibi görme gerçekleşiyor. Gece Yarısı seçkisindeki Kanadalı Monia Chokri’nin “Babysitter”ı ‘dadılık’a dair daha olmuş ve külte dönüşebilecek bir eser.
POST-OBAMA DÖNEMİNİN ‘DOG DAY AFTERNOON’U OLMAK KOLAY MI?
“892”de en azından ırkçılık mağduru bir adamın mücadelesi yansıtılıyor. Abi Damaris Corbin’in Kwame Kwei-Armah’ın gerçek hikayesini senaryoya döktüğünü görüyoruz. Post-Obama döneminin “Köpeklerin Günü” (“Dog Day Afternoon”, 1975) gibi. Ama oradaki Al Pacino ile rekabete girebilecek bir John Boyega yok. Aslında ‘Star Wars’daki yapay performansıyla yükselen oyuncu boş yere vıdı vıdı yaparak bolca kafa şişiriyor.
Filmin sinema namına tek unsuru kurgu ve yer yer Doug Emmett’in stlize açıları… Ama sinematografinin renk paleti o kadar sanal dizi kafası ki yaşanan kıyımı da ciddiye almak mümkün olmayabiliyor. Siyahi Michael Mann’in “Inside Man”i (2005) çekmesi gibi bir stil beklerken o da yarı yolda kalıyor.
“Emergency” ise kısa filmden uyarlanan bir eser. Ama oyuncuların ruhu olmasıyla “The Hangover” (2009) ile “American Graffiti”yi (1973) ‘ER’ paletiyle birleştiren ırk mücadelesinde anlamsız konuşan tiplerin öylesine ucuz gevezeliğine kapılıp kontrolden çıkıyor. Carey Williams’ın sanal dizi seyirliğinin sinemasal bir şeyler sunacak potansiyeli olmadığı da muhakkak.
RAIFF İTİCİLİĞİYLE ROMANTİK GENÇLİK DRAMEDİSİNİ AĞLATMA KURALLI BİR MELODRAMA KAYDIRIYOR
Yarışmanın isim olarak en iddialı iki filmi: “Cha Cha Real Smooth” ve “Palm Trees and The Power Lines”. İlkinin yönetmeni Cooper Raiff başrolde de oynuyor. Açıkçası filme adını veren şarkının söylendiği bir okul partisinin ortasında olup bitenlere odaklanan bir dramedi izliyoruz. Leslie Mann’in canlandırdığı anne ve Dakota Johnson’ın canlandırdığı sevgili bir sahicilik getiriyor.
Raiff, filmine müthiş bir duygu yüklemiş. Antipatik bir android kuşağı bireyi. “Shithouse”da (2020) olduğu gibi kurgu ve yüksek volümlü müzikle beraber taze bir ruh var. Ama isminden de destek alarak bu duyguya kapılan herkesi 107 dakikada ağlatma garantisi veriyor. Colin Patton-Henry Hayes ile beraber yönetmen-oyuncunun üstlendiği kurgu ise bir ritim getiriyor. Ama sinemasal bir açılış sekansı olmayan filmde sinematografi namına da hiçbir şey yok. Aksine kafa şişiren müzik ile kurgunun birlikteliği ile gelen bir hem güldürüp hem ağlatalım modu dolaşıyor etrafta.
“Cha Cha Real Smooth”, işlevsiz aile dramedisi görünümlü ağlak bir tearjerker’a da kayıyor ama nihayetinde. Hesaplı “Little Miss Sunshine”ın (2006) kolaycı yoluna sapıyor. Kendi iticiliğiyle bizi baş başa bırakırken aslında yeni model çakma bir Woody Allen arayışına dikkat kesilmemizi de sağlamıyor değil. Onun kendi tarafına çevirdiği boş gevezeliğe karşı çıkacak Johnson ve Mann dışında kalıcı oyuncu yok. Entelektüel olduğunu zanneden vasat bir gençlik filmi izliyoruz.
METAFORİK İSİMDEN AMERİKA’NIN ‘FISH TANK’İ ÇIKMIYOR
“Palm Trees and The Power Lines”, yazlıktaki palmiye ve elektrik hatlarının metaforik anlam yüklemesi yapan bir film. Ancak hiçbir şekilde bizi sembolik dokuya bağlayamıyor. Lily McInerny yönetmen Jamie Dack’in özyaşamsal portresi gibi. Ama burada sağlam sinematografik ihtiyacı varken Cotrungroj’un işlenmemiş renkleri ‘gri paleti var işte’ dedirten özensiz bir hal alıyor. Bunun ötesinde de film bir yerden sonra mekanik bir ağır tempoya katıyor.
Jonathan Tucker ile aradaki 20-40 yaş aşkının üzerinden ise hiçbir şekilde iddialı bir “Fish Tank” halleri izlemiyoruz. Bu ahlaki temaya dair Lena Dunham’in iyi yazılıp çekilmiş “The Sharp Stick”i gibi bir sahicilik de asla yok. Genel anlamda ise kısa filmden uzuna uyarlanmandaki ciddi problemi yansıtan “Emergency”den sonra ikinci olmamış deneme bu.
KEREM AKÇA’YA GÖRE SUNDANCE 2022 YARIŞMA FİLMLERİNİN SIRALAMASI:
1-Dual 6.1
2-Watcher 5.5
3-Blood 5.2
4-Master 5
5-Cha Cha Real Smooth 4.5
6-892 4.5
7-Palm Trees and Power Lines 3.9
8-Emergency 3.7
9-Alice 3.4
10-Nanny 2.5