29 Ocak’ta başlayacak Netflix orijinali “The Dig”; Avustralya Yeni Dalgası etkili, ‘duyusal’ı ‘duygusal’a tercih eden ıssız ve stilize bir meditasyon. Ama özünde 1939’dan İngilizlerin Sutton Hoo mirasını veren bir kazı biyografisi. Simon Stone, Mulligan ile Fiennes’in müthiş kimyasını sinematografi-müzik-kurgu ilişkisinin gerilim ile dram arasında incelikli yön değiştirmesiyle destekliyor.
Filmin notu: 6.5
Moira Buffini'nin modern uyarlaması
Sinemada ‘kazı’ ya da ‘hazine’ motifi eskimiş bir kavram. Bu konuda bir başyapıt aramak için John Huston’ın western-macera omurgalı 1948 tarihli başyapıtı “Altın Hazineleri”ne (“The Treasure of Sierra Madre”) kadar gidebiliriz. Ama ilginçtir 2020’de “Ammonite”da bir palaeontolojist öyküsü, Spike Lee”nin “Da 5 Bloods”ında ise bu damardan oyuncaklı ve melez bir savaş filmi denemesi izledik.
“The Dig”te 2008 tarihli John Preston romanının uyarlamasında Moira Buffini’nin, yani “Tamara Drewe” (2010), “Jane Eyre” (2011), “Bir Vampir Hikayesi” (“Byzantium”, 2012) ile klişeleşmiş metinleri modernize eden bir ismin imzası var. Onun yenileme adına yaptıkları son nokta konamasa da keyifli seyir süreçleri yaşatmıştır her zaman.
Avustralya yeni dalgasının geleneği emin ellerde
Bu durum burada da hissediliyor. Film, büyük oranda yaşlı arkeolog Basil Brown (Ralph Fiennes) ile onu getiren Edith Pretty’nin (Carey Mulligan) ilginç iş ilişkisi üzerinden ilerliyor. Simon Stone’un yönetmenlik koltuğuna gelmesiyle ise 70’lerde çıkıp Peter Weir, Fred Schepisi gibi sinemacıları sunan Avustralya Yeni Dalgası’nın geleneği canlanıyor. Aslında teknik ekibin etnik açıdan çeşitli olması filmi başka bir çekiciliğe taşıyor.
Ken Loach’un “Emekçiler”i (“The Navigators”, 2001) ile sinemaya geçen Mike Eley’den Avustralya sinemasının auteur geleneğinde olup bitenler istenmiş. Issız bir doğanın içerisinde bir meditasyon ve hipnoz devreye giriyor. Kameranın kaydırılarak ilerlemesine Stefan Gregory’nin yöresel ezgileri ekleniyor. Uttan ve daha nice yöresel aletten beslenen bir yaklaşım var. Bu da bize Avustralya doğasına ışınlanma tadı veriyor aslında.
Stilize bir kazı meditasyonu
Stone-Eley birlikteliği, yakın-orta planların öne yerleştirip arkaların genelde boşluk bırakıldığı çerçeveleri öne çıkarıyor. Bunun yanında ufku geniş planlar da doğayı kavrama namına canlanıyor. Klasik bir natüralizmin ötesinde eldeki oyunculara göre açı tercihleri var. Bu da ‘kazı çalışması’nı ne gerçekçi ne de irade öyküsünü kökleyen şekilde ele alıyor. Aksine stilize ve meditatif bir hale getiriyor.
Böylece Andrew Dominik ve Cate Shortland’in yeni milenyum kuşağını açtığı Avustralya Yeni Dalgası’nın köşesine takılan Simon Stone, 1939’un Sutton Hoo kazısına dair sadece hayattan psikolojik bir kesit ortaya koymakla kalıyor. Bunu da bilinçli yapıyor aslında. 2015’te “The Daughter”da da kapitalizme teslim olmuş bir kasabadaki baba-kız ilişkisi üzerine kurulu bir eski değerler tanımı canlanmıştı. Finalde gerçek bir nokta konmadan, devamının 2. Dünya Savaşı’na bağlanacak olduğuna dair esintiler bırakılması yerinde.
Kendi ülkesinin dışına çıkan Avustralyalı yönetmenler arasına katılıyor
Seriye dönüşen ‘Indiana Jones’ ve ‘The Mummy’de kazı aşamasının devamında olup bitenler ele alınmıştı. Ama burada öyle bir popülizm canlanmıyor. Aksine gerçekçi bir dram izliyoruz. Onun merkezine yerleşen gerilim de Pasolini’nin “Aşk Bahçesi”ni (“I Racconti Di Canterbury”, 1972) çektiği doğal güzelliklere sahip tarihi dokusu olan Suffolk’ta keyif veriyor.
Nasıl Dominik “Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti”ni (“The Assasination of Jesse James by Coward Robert Ford”, 2007), Justin Kurzel “Macbeth”i (2015), Shortland “Savaşın Gölgesinde”yi (“Lore”, 2012) çekerek kendi ülkelerinin dışından hikayeleri stilize bir meditasyonla yansıttılarsa Stone da bunlara uyum sağlıyor. 1939’dan bir İngiliz kazı biyografisini merceğine alıyor.
İngiliz miras filmini Avustralya kırsalına atıp kaçıyor gibi
Aslında Mulligan ile Fiennes arasındaki gizem ve gerilim yüklü ilişkinin klişeleşen İngiliz miras sineması geleneğini, karşımıza Avustralya’nın auteur ruhuyla çıkarması ise evlerin aşırı aristokrat ve zengin olmamasına sebebiyet veriyor. Zaman zaman devreye Eskil Vogt’un “Körlük”ü (“Blind”, 2014) misali bir duyusal özür de girebiliyor. Bu durum lens kullanımını daha çeşitli ve iddialı hale getirebiliyor.
Lily James ile Ben Chaplin de onlara uyum sağlayarak doğal oynamışlar. Öpüşme sahnelerinde ışık kullanımına uyum sağlıyorlar. Bunun desteğinden bolca besleniyorlar. Arka plandaki ‘kazı gerilimi’nden destek alan bir çeşit arkeolog-zengin kadın ilişkisi inceleniyor.
Klişe bir irade öyküsüne veya macera filmine kaymıyor
Zaman çok önemsenmeden Avustralya Yeni Dalgası’nın geleneğiyle keşfe çıkılma arzusuyla destek alınması da değerli. Özellikle “Kapışma” (“Snatch”, 2000) ile sinemaya giren kurgucu Jon Harris’in buradaki hızlı kurguyu ölçülü bir şekilde kullanması da filmi bir yere taşıyor. Zaten Stone’un en büyük özelliği de bu.
“The Dig”, klasik bir kazı hikayesi anlatsa da, özünde bir irade öyküsü saklansa da asla destansı bir macera filmi (bkz. “Indiana Jones”), bir korku filmi (bkz. “The Mummy”) veya net bir Yahudi soykırımı filmi üzerinden gitmiyor. Aksine bunun ötesinde bir şeylerin, modern bir dilin peşine koşuyor. Mulligan’ın kulaklarını kaybettiğini de, başka sorunlar da yaşadığını hissetsek de onun finali de soyut bir şekilde gerçekleşiyor.
İyi çekilmiş kazı biyografisi 'duyusal'ı 'duygusal'a tercih ediyor
2.35:1 formatında iyi çekilmiş bir kazı/hazine avı biyografisi izliyoruz. Elbette “Üç Kral” (“Three Kings”, 1999), “Büyülü Bir Tarla” (“A Field in England”, 2013) gibi bu motifi başyapıt seviyesine taşıyan bir çalışma yok. Ama kağıt üstünde güvenilir yönetmenlerin çektiği “Kayıp Şehir Z” (“The Lost City of Z”, 2016) ve “Hazine Avcıları” (“The Monuments Men”, 2014) ile akrabalık kurarken onların üzerine geçiyor. İşin duygusal tarafına ‘duyusal’ tarafı tercih ediyor.
Filmin elbette ki süresi 10-15 dakika kısa olabilirmiş. Özellikle 112 dakikanın son düzlüğünde ‘stilize meditasyon’un ayarını Mulligan-Fiennes ilişkisinden kopunca biraz olsun kaçırabiliyor. Dramatik yapının merkezine tavizsiz olarak onların etkileşimini yerleştirmemek eleştiri oklarını ister istemez devreye sokuyor.
Ama son yıllarda özlemini hissettiğimiz anti-kazı-hazine avı macerası filmlerinden birini de izliyoruz. Simon Stone, bu alt türe iyi gelmiş. Oyuncularından sinematografisine, bestecisinden senaryosuna kadar düzgün yapılmış bir çalışma var. Gerilimine odaklanırken gizemine ise bir ‘ortada boşluk kapatma’ hissiyatıyla ışınlanıyoruz. Bir Avustralyalının İngiliz kazısına bakışı riskli gözükse de tarafsız ve riskli bir meditasyonu servis ediyor.