FİLMİN NOTU: 3.5
“The Whale”, 4 Eylül’de Venedik 2022’de dünya prömiyerini yaptı. Herman Melville’in 1851 tarihli kitabından Samuel D. Hunter’ın 2012’de sahnelediği oyun Moby Dick olmak ya da olmamak sorusunu modern soruyor. Ama Brendan Fraser obezite eleştirisinden ziyade android kuşağının temassız tüketim toplumu hayaline dönüşüyor. Aronofsky’nin ise “Anne!” ile başlayan düşüş dönemi burada da sürüyor.
DAR EKRANDA ‘DIŞKI’YA DÖNÜŞEN AYKIRI BİR BİREY
1.33:1 formatında başlangıcında yanaşan bir arabanın en ufak bir parçasını görüyoruz. Oradan ise eve doğru bir yönlenme gerçekleşiyor. Tiyatro oyununun yazarı Samuel D. Hunter Charlie karakterini dünyanın bir çeşit dışkısı, alegorisi olarak belirirken aslında ciddi bir gay porno film izleme halinin de sıkışmışlığına vurgu yapıyor.
Bundan sonra ise adeta onun kafasını karıştıranlar, başını kaşıyanlar, aile bireylerinin derslerine kadar bir ses ve gürültü yapma hali olarak canlanıyor. Bu durum obezite ya da tüketim toplumu eleştirisini kağıt üzerinde yerine getirme arzusuna destek veriyor büyük oranda.
MODERN BİR META-FİLM GÖRÜNÜMÜ VERİLİYOR
Melville’in romanında temelde 19. yüzyılda Moby Dick ile mücadele eden Kaptan Ahab’ı görürüz. O ‘macera türü’nde şekil alan öykü burada aslında 272 kiloluk Charlie’nin (Fraser) üzerine geçiriliyor. Onun ciddi bir tüketim toplumu mağduruna dönüştüğü baştan belli. Bu sayede de modern bir meta-filmin merkezine yerleşmişken kendini bulduğu muhakkak.
Fraser’ın karakterine özenmesi doğallık getiriyor. 2021’de Soderbergh’in “No Sudden Move”u ile 50 yaş üzerinden ‘ilk ciddi’ sınavından alnının akıyla geçen oyuncunun, makyaj tasarımıyla uyumu da yine ‘şaşkınlık’ yaratabiliyor.
AKICI KURGU NİYETİNE KURU GÜRÜLTÜ
Sıkışmışlık noktasında bir duygusallaşma var. Ancak bu damardan karşısına Sadie Sink, Samantha Morton, Ty Simpkins gibilerinin işlevsiz aile niyetine canlandırılması hiç sahici durmuyor. Bunlar çok boyutsuz, çalakalem yazılmışlar. Sadece Hong Chau idare ediyor.
Aksine özellikle Andrew Weisblum’un akıcı gözüken kurgusu çok özensiz duruyor. Öylesine hızlandırılmış montaj eslerinden oluşmuş gibi. Önemli yönetmenlerle çalışmamış besteci Rob Simonsen de aynı şekilde kafa şişirmeye yarıyor gibi.
METAFORİK MOBY DICK DENİZİNDE KENDİ Mİ BOĞULUYOR?
Fraser ile diğer karakterlerin tamamen zıt kutupları biraz fazla ütopik kalmış. Onun zoom üzerinden öğretmen seansı da ayrıca yapay bir parça niyetine canlanıyor. Bu açıdan da Aronofsky filmi onun etrafına kurmak istemiş. Ancak böylesi bir isme fazla güvenmiş. 118 dakikayı dramatik açıdan götürebilecek bir potansiyele sahip değil.
Etrafındaki oyuncular zaten filmde karaktere dönüşmüyor. Kendisi öyle olabilir. Ama son düzlükte karakterimizin ‘Moby Dick denizinde boğulmak’ misali film içinde film çağrışımını hiç de etkili hale getiremediğini görüyoruz. Komedi filmleriyle anılarak zaman kaybetmesi sebebiyle burada son noktada biraz ‘alışkanlık’ problemi açığa çıkıyor. Drama aşamasına atlama durumu biraz ‘fazla’ gelmiş.
HUNTER’IN SENARYOSU UYDURUK DURUYOR
Bu duruma Libatique’in en sıradan sinematografilerinden biri de eklenmiş. ‘Moby Dick’in içsel yollarını, kılcal damarlarını şekle sokma çabası takdire şayan. Ancak 80 dakikada düzgün bir tek mekan filmi görebilirdik. Bu haliyle aşırı ‘mıy mıy’ ve uyduruk bir hal, Hunter’ın 2012’de sahnelediği oyundan uyarladığı senaryosu çıkışında bizi müthiş bir ucuzculukla karşılıyor.
Yönetmenin düşüş dönemini başlatan, bir çeşit ‘uçurum’ mağduruna dönüşen “Anne!”de (“Mother!”, 2017) Lawrence diye bağımsız ruh değil boş bir kutsal anne öyküsü anlatılmıştı. Burada da queer diye yola çıksa da heteroseksüel muamelesi yapılan boş bir liberallik depolaması görüyoruz. Öğretmenlik mesleğinin cinsel kimlik sorunsalı alt metinlere açılmadan incelemeye bile tabi tutulmuyor. İyilik simsarı bir çizgi roman tipi canlanıyor neredeyse.
ARONOFSKY’NİN TIKANMIŞLIK SENDROMU
Tüketim toplumunda Moby Dick olmak ya da olmamak sorusu soruluyor. Elbette bir deniz macerası kullanılması güncellemedir. Ama tiyatro oyunundan da farksız bir şekilde, bir oradan bir buradan çakma bir şekilde yerleştirilen onarım kurgu yapıştırmaları çok özensiz duruyor. Bu durum ışığında filmin büyük oranda ‘kuru gürültü’ yolunu ‘mitolojik bir gel-git’in ötesinde tercih ettiği söylenebilir.
Başyapıt fabrikası (bkz. “The Fountain”, “Black Swan”, “Requiem for a Dream”) yaratıcı sinemacı Arofonosky’nin “Anne!”de kontrolden çıkan anne figürünü sözde merkezine aldığını görmüştük. Ancak o damardan ilerlerken burada da aynı şekilde bir yere varmama, sinema barındıramama sorunu getiriyor. “The Whale” açılış sekansı ve eve giriş sonrası ciddi bir tıkanmışlık sendromuna giriyor.
ANDROID KUŞAĞININ TEMASSIZ TÜKETİM TOPLUMU HAYALİ
Onun tüketim toplumu eleştirisi yapması gereken tiplemesi hiç ama hiç inandırıcı durmuyor. Aksine android kuşağının temassız bir McDonalds hayaline odaklanıyoruz. Bu durum cinsel kimlik gibi ciddi konuları ele alması gerekirken hiçbir şey izlemeden karton bir çizgi romansılık getiriyor. Böylece tüketim toplumu aklanıyor. Fraser zorladıkça, mesaj kaygısına büründükçe aldığı ‘Charlie Kaufman’ esintili ‘Charlie’ de o kadar bayat durmaya başlıyor aslında.
Obezite ve tüketim toplumu Kossokavky’nin cesur meditasyonu “Gunda” (2020) ve Nicolas Cage mucizesi “Pig” (2022) gibi filmlerde daha bir kalıcı eleştirilmişti. Ama burada bir sinema duygusu bırakmaktan yoksun. Aronofsky’nin renk paletindeki griyi öne çıkardıkça ‘bağımsızlık’ değil ‘basitlik’ mağduruna dönüştüğü çok bariz!
MCDONALDS GİBİ KAPİTALİST KURUMLARI AKLAMA PEŞİNDE
Fraser, bu haliyle kendi kendisinin parodisine dönüşüyor. Android kuşağı için çizgi romansı, tüketim toplumu ve obezite eleştirisi gerçekleştirmeyen bir temsili gibi. Liberal bir şekilde aslında McDonalds piyasasını onaylama gibi bir amaç doğrultusunda yapılmış olabilir mi? sorusu tartışmaya açılıyor.
Bu sayede “The Founder”in (2016) markada saygıda kusur etmemek için kasan haline benziyor. Boş ve ucuz bir hayalden ibaret ‘gerçeküstücü bir balina temsili’ ciddi bir şeyler söylemek için yeterli değil elbette!