12 Haziran’da Netflix’te başlayan “Da 5 Bloods”, Spike Lee’nin Vietnam Savaşı filmi. Bilinen altın avı macerası alt türünün çevresini savaş zamanı yaşanan olaylarla sararak bizi büyülü bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Vietnam’a siyahi askerlerin gözünden duygusal bir geri dönüş çağrısı yapıyor. Ama dinamizm problemi de çekiyor. “Da 5 Bloods”, Spike Lee’nin en çok dalda Oscar’a aday olan eserine dönüşecek gibi gözüküyor.
Filmin notu: 5.7
Nostaljik bir Vietnam büyüsü var
Hollywood, her türlü hikayenin veya savaşın siyahi tarafını yansıtmaya vakit ayırmıştır. Post-Obama döneminde üretilen Nate Parker imzalı “Bir Ulusun Doğuşu” (“The Birth of a Nation”, 2016), Griffith’in sessiz sinema klasiğinin anlamsız, ucuz ve sinirli bir istismar filmi kopyasıydı.
Spike Lee ise ikinci kez böyle bir girişimde bulunuyor. 2008’de tarafsız bir 2. Dünya Savaşı filmiyle çıkagelmişti. Türde modern klasiğe dönüşmesi iddiasıyla “St. Anna Mucizesi”ni (“Miracle at St. Anna”) kotarmıştı. Burada ise yönetmen kendi Vietnam Savaşı filmine imza atmak için yola çıkıyor. Ama bildiğiniz savaş öykülerinden değil bu. Aksine bambaşka türlerden, yollardan, formüllerden, alt türlerden ilerleyerek bir bakıma 1960’ları ‘peri masalı’ veya ‘fantezi’ olarak yaşatan bir çeşit Vietnam yapbozu planlanıyor.
Öncelikle 1.33:1 ve 2.35:1 formatlarında 16 ve 35 mm’nin eskitilmiş dokusuyla çekilmiş bir film izliyoruz. Bunun orta yerine ise gerçek bir öykü belirtmeden Vietnam’a dönen dört emekli askerin macerası yerleştiriliyor. Paul (Delroy Lindo), David (Jonathan Majors), Otis (Clarke Peters), Eddie (Norm Lewis), Melvin’in (Isiah Whitlock Jr.) birlikteliği ‘da 5 bloods’ olarak bir çeşit siyahi asker/haydut timini oluşturuyor. Bunun kaynağı, ABD’de 1960’da bir western yeniden çevrimi gören Kurosawa’nın “Yedi Samuray”ına (“Sichinin No Samurai”, 1954) kadar götürülebilir.
Girişte “Kıyamet”in (“Apocalypse Now”, 1979) halen hizmet veren barında alıyoruz soluğu, bu da türün klasiğiyle ilgili bir güzelleme getiriyor. Ardından vefat ettiğini bildiğimiz Stormin’ Norman’ın (Boseman) hikayesine dahil olunca tam ekranda etkileyici bir aksiyon sekansıyla yüzleşiyoruz. Bu ‘Rambo’nun aksiyon-macera serisinden alışık olduğumuz bir helikopter patlama/düşme sekansı aslında.
Vietnam Savaşı filmlerinin altın avı macerası
Ama Lee, ‘Rambo’ sapağında bir seferliğine duruyor. Aksine sinemanın ciddiye alınan ilk macera filmlerinden, John Huston imzalı “Altın Hazineleri”nin (“The Treasure of Sierra Madre”, 1948) başrollerini ‘siyahi’ye dönüştürüyor. Bogart’ın Fred’inin yerine Lindo’nun Paul’u yerleşiyor. Bu durum da ister istemez büyülü ve nostaljik bir altın avını devreye sokuyor.
Ama 1999 tarihli Körfez Savaşı filmi “Üç Kral” (“Three Kings”) gibi başyapıt seviyesine ulaşmıyor olup bitenler. Orada David O. Russell askerlik-savaş kültürünü taşlarken bilgisayar oyunu estetiğiyle enerjik ve dahiyane bir filme imza atmıştı. Ancak onunla 20 sene sonrasından hantal ve yaşlı bir siyahi ağabey yaratabiliyor Spike Lee burada
“Da 5 Bloods”, Vietnam Savaşı filmlerini altın avı macerasını yaratma hedefinde. Aslında beşli emekli asker ekibinden yola çıkarak nostalji hissi biraz “Avcı”yla (“The Deer Hunter”, 1979) özdeşleştirilebilir. Orada da kendi kasabasına dönse de kabuslarından kopamayan askerlerin buhranı anlatılmıştı. Öyle bir psikolojik evren var, ama savaş dokusu aktif hale gelince “Kıyamet” ve “Müfreze” (“Platoon”, 1986) ile akrabalık kuruyor. Aslında özellikle belli anlarda müthiş bir görsel yükleme yapılıyor.
Ana karakterler günümüzdeki yaşlarında Vietnam Savaşı'na ışınlanıyorlar
Chambers Brothers’ın ‘Time Has Come Today’i ve Marvin Gaye’in şarkılarıyla birlikte dönemin Afro-Amerikan kültürünü gerçekçi sunulabiliyor. Terence Blanchard’ın ezgileri filmin dünyasına uyum sağlıyor, bir farkındalık yaratıyor. Delroy Lindo dışında başrol oyuncularının iddialı ve tutarlı bir yere ulaştığını söylemek güç. Ama özellikle bunların bir çeşit zaman yolcuğuna çıkmaları kalp atışlarını hızlandırmasa da çekici bir dramatik damara dönüşüyor.
60’ların sonunun Vietnam atmosferiyle günümüz arasındaki paralel kurgu ve uyum kesmesi anlarıyla birlikte özellikle Boseman ile diğer beşlinin birlikteliği öne çıkıyor. Bu durum da ister istemez yanımıza kar olarak kalan bir ‘ışınlanma hissi’ getiriyor. Lindo ve diğerleri savaş yıllarına dönünce gençleşmiyor, aksine bunu bir nostalji duygusu olarak tanımlıyorlar. Boseman ise o sahnelerde gerçekten canlandırdığı askeri müthiş oynuyor. Ona bambaşka bir gerçekçilik, göremeyeceği bir hissiyat katıyor.
Bir 'St. Anna Mucizesi' olmakta zorlanıyor
“Home of the Brave”den (1948) bu yana ABD’de siyahi askerler ele alındı. Ama “St. Anna Mucizesi” (2008) kadar bu konuda doğru ve iyi bir savaş filmi yapılmadı. Spike Lee orada 2. Dünya Savaşı’nın İtalyan cephesinde olayın bütün şahitlerinin gözünden epizodik bir anlatı kurup “Yurttaş Kane” (“Citizen Kane”, 1941) ve “Rashomon”a (1950) selam çakmıştı. İtalyanı, siyahı, beyazı ve Almanını devreye sokarak büyük oranda bir tarafsızlık gösterisi ortaya koymuştu.
Burada ise Vietnam Savaşı’na zaman yolculuğu yapma arzusunu ayaklandırırken günümüzde de ırkçılığın sürdüğüne dikkat çekme derdine düşüyor. Savaşın büyüsünü yansıtma açısından özellikle son 40-50 dakikada gaza basılıyor. Giriş bölümü de gayet dozunda çekilmiş. Karakterleri yolculuğa çıkarma, Vietnam yapbozuna sokma işlevi görüyor.
‘Kong: Kafatası Adası'yla rekabete giriyor
Ama filmi izlerken kurgucunun Lee’ye her şeyi emanet ettiği çok bariz gözüküyor. Özellikle 30 ile 90. dakika arası ciddi anlamda kırpılma hissi bırakıyor. Bu bölümlerde film ‘Şehir Züppeleri’ (‘City Slickers’) yavanlığına kayıyor. Günümüzdeki yaşlı karakterler arasında ‘boş dostluk mesajları veren bayat ve eski model bir film’e dönüşüyor. Vietnam’daki nehirle yapılmayan yolculuğa kadarki diyaloglara hiç gerek yok. Hikayenin ayaklanmasını sağlayan flashbackler iken politik mesaj kaygısıyla onlardan uzak durulmuş. 154 dakika, olası enerjiyi baltalıyor ve yönetmenin yaşlandığını belli ediyor.
Yine de Boseman’ın siyahi Brando olmak için kasmadığı, herkesin kendi rolünü oynadığı bir Vietnam filmi izliyoruz. Elbette bir “Kong: Kafatası Adası” (“Kong: Skull Island”, 2017) gibi heyecan verici bir tersyüz etme başarısı izlemiyoruz. Orada Jordan Vogt-Roberts Post-Vietnam Savaşı’nın canavar filmine retro damarıyla mest ederek imza atmıştı.
#BlackLivesMatter göndermesi gerçekçi mi?
Ama ‘altın avı macerası’ damarlı masalsı bir siyahi Vietnam Savaşı filmine de kimsenin itirazı olamaz. Film, Van Veronica Ngo’nun büyülü radyo konuşmacısı tiplemesi Hanoi Hannah ve Chadwick Boseman’ın Stormin’ Norm’uyla birlikte Vietnam yıllarından hatırlanacak fantezileriyle keyif veriyor. Bu retro doku büyülüyor. Ama Lindo, Boseman ve Ngo dışındaki oyuncular ve karakterler ciddi bir tartım sorunu yaşıyor. Günümüz sahnelerinde Boseman’ın yerine geçen Majors da hiç tatmin etmiyor.
“Da 5 Bloods”, formunda bir Spike Lee mi tartışılır, ama savaş filmlerine kattığı ‘macera’ ve ‘fantezi’ dozu yüksek omurgayla her daim akla gelecek bir yapıt. İşin içine Luther King Jr., Muhammed Ali ve son #BlackLivesMatter olaylarının da katıldığı bir potpuriyi, siyasi bir haykırışı da içinde barındırıyor.
Araya giren Trump’ın arşiv görüntüsünün fazla zorlama olduğunu itiraf etmek gerek. #BlackLivesMatter kısmıysa sonradan eklenmiş bir ‘ürün yerleştirme’ hissi yaratıyor. Öte yandan günümüzde Vietnamlıların ırkçı bir şekilde yansıtılması ise göz boyamaya yol açıyor.
Son noktada “Karanlıkla Karşı Karşıya”nın (“BlacKkKlansman”, 2018) finalinde olduğu gibi bir politik karmaşaya kaymış Lee. Metinle fazla duygusallaşınca filmin kontrolünü elinden kaçırmış. Jean Reno aşırı zorlama bir hikaye bitirme hamlesine imza atıyor. Sadece ‘beyazlar kıyım yapacak’ mantığıyla göz boyamak için beliriyor gibi. Filmin Boseman ile Lido kucaklaştığında bitmesi daha anlamlı olabilirdi. Bu haliyle iki, hatta üç finalin sebebini anlamlandırmak çok güç!