Hitchcock’un 1940 tarihli klasiğinin Netflix mamulü yeniden çevrimi, 21 Ekim’de başladı. Ben Wheatley’nin zihniyle orijinal filmin stilize ve saykodelik yorumu büyük oranda tatmin ediyor. Kült yönetmen, sinema tarihini iyi hatmedip Sarah Greenwood, Clint Mansell ve Laurie Rose’dan da güç alarak etkili sahnelere imza atıyor. Hitchcock’un female gothic filmi klasiği ‘bir hap, bir tarihi mekan’ şeklinde akan incelikli bir renkli versiyona kavuşuyor.
FİLMİN NOTU: 6.5
İNGİLTERE’NİN KARA KOMEDİ GELENEĞİNİ KENDİNE GÖRE YORUMLUYOR
İngiliz sinemasının 90’lardan bu yana biçimci bir kuşakla temsil bulan ‘diyalog kara komedisi’ne 2009’dan bu yana başka bir boyut katmaya çalışan bir yönetmen Ben Wheatley. Ondan önce gelenler kadar görsel açıdan iddialı filmlere imza atmıyor belki. Ama ‘toplumsal şiddet’i ele alırken işin ‘saykodelik’ tarafını sıra dışı hale getirebiliyor.
Jodorowsky-Leone kırması “Witchfinder General” (1968) gibi duran keş komedisi “Büyülü Bir Tarla” (“A Field in England”, 2013), ufuk açıcı fantastik bir anti-savaş filmi olarak zamanla başyapıta ve modern bir klasiğe dönüşecek. 2010’ların en iyi filmleri arasında. “Gökdelen” (“High-Rise”, 2015) ise ‘kara komedi’ beslenen şiddet eleştirisini iyi bir bilimkurgu filmine malzeme ediyordu. “Ölüm Listesi” (“Kill List”, 2011) ve “Garip Turistler” (“Sightseers”, 2012) gibi ‘okült korku filmi’ ile ‘katil aşıklar filmi’ alt tür ve melez türlerini gerçekçi bir üslupla kavrayarak alkışı hak ediyorlardı.
Genelde yönetmenin bir sürpriz üzerinden ilerlediğini biliriz. Bu da karşımıza aslında daha keyifli bir seyir süreci getirir. Model olarak ise aslında tür sinemasının melez omurgasında engebeli bir yolculukla yüzleşiriz. Yönetmenin, Amy Jump’la beraber ortak kurgucu-senarist konumundaki yeri de sinemasal coşkuyu tetikler aslında.
HITCHCOCK’UN GOTİK FİLM ALT TÜRÜNÜ BAŞLATAN KLASİĞİ İZ BIRAKMAYI SÜRDÜRÜYOR
Yönetmen ikinci kez ciddi bir metnin sinema versiyonuna imza atıyor. J.G. Ballard’ın “Gökdelen”inde “Otomatik Portakal”ın (“A Clockwork Orange”, 1971) ardılı olarak anılabilecek başarılı bir şiddet alegorisi eşliğinde bilimkurguda tek mekanın nasıl kullanılacağı konusundan derslik bir filme imza atmıştı. Burada oradaki gibi ‘yıllardır beklenen ilk iddialı uyarlama’ya imza atmıyor. Ama Daphne Du Maurier’nin 1940’ta Hitchcock’un sinemaya transfer ettiği Oscar zaferi kazanan yapıtın 80 yıl sonra gelen renkli şubesine dönüşüyor. Aslında çok sevdiği ‘sürprizli senaryo’nun temeline doğru bir yolculuğa çıkıyor. Bu durumun ise fazlasıyla keyfini sürüyor!
Çok bilinmese de “Rebecca” (1940) usta sinemacının ilk stüdyo filmi olması bir yana ‘gotik film’ alt türünü ve ‘female gothic filmi’ alt-alt türünü başlatan bir yapıttır. Oradaki ana karakterin gözünden akarak geçmişle hesaplaşmanın geldiği nokta, ‘evde hayaletler mi var?’ üzerinden bir rüya olarak yorumlanmıştı. Hem aristokrasi eleştirisi yapılmıştı, hem de her türlü yaş grubu hedeflenmişti. Feminist mücadeleden destek alan siyah-beyaz bir başyapıt armağan edilmişti sinemaya.
O film kısa zamanda farkını hissettirdi. “Ruhlar Karnavalı”ndan (“Carnival of Souls”, 1962) “Tiksinti”ye (“Repulsion”, 1965), “Büyü”den (“Don’t Look Now”, 1973) “Cinnet”e (“The Shining”, 1980), “Altıncı His”ten (“The Sixth Sense”, 1999) “Diğerleri”ne (“The Others”, 2000), “Dark Corners”dan (2006) “Küçük Kıyamet”e (2006), “Koğuş”tan (“The Ward”, 2010) “Woodshock”a (2017) kadar korku sinemasının iz bırakan eserlerinin öncülüne dönüştü.
RENK FİLTRELERİNDEN BESLENEN BİR FETİŞİZM
Burada ise yönetmen bu durumdan haberdar olarak aslında renk filtrelerinden beslenen ‘saykodelik bir fetişizm’ yapmak için yola çıkmış. Brian De Palma “Dressed To Kill”den (1980) “Sahte Vücutlar”a (“Body Double”, 1984) Hitchcock’un kariyerinde artistik patinaj yapmıştı. Ona saygı duruşunda da bulunurken sahnelerini ve kurallarını allak bullak etmişti. Biçimci damarıyla fark yaratan postmodern klasiklere imza atmıştı.
Wheatley sadece araya stilize sahneler eklemekle kalıyor. Siyah-beyaz bir klasiği ‘renkli’ye transfer etme inceliğini hissettiriyor. Karakterler capcanlı. Araya sokulan sekanslar ise keş bir zihnin yaratıcı gerçeküstücü zihninden çıkmış gibi duruyor. Açılış fazlasıyla estetik ve saygı duruşu halinde geliyor. Onun devamında ise malikanenin kırmızı filtreyle sunulması Laurie Rose’la Joe Wright’ın yapım tasarımcısı Sarah Greenwood’un birlikteliği sinema sürecine karşı çıkılamaz bir tazelik getiriyor.
KARAKTERLERİ SAYKODELİK BİR DANSA DAVET EDİYOR
Özellikle aralarda Wheatley’nin video klip parçalarına kayma arzusu var. Ama bunları stilize bir şekilde yapıyor. Balo sahnesini de male gothic filmi klasiği “Kızıl Ölümün Maskesi” (“The Masque of the Red Death”, 1964) ile kült okült korku filmi “Gizemli Ada” (“The Wicker Man”, 1973) arasında gidip gelerek karakterleri sanki günümüz diskolarında saykodelik bir dansa davet ediyor.
Evin içinde Kristin Scott Thomas-Lily James ikilisinin aynalı sahnelerdeki çekişmesi ise “Şangaylı Kadın”a (“The Lady from Shanghai”, 1947) selam çakıp, o film üzerinden “Rebecca” yorumlamasını devreye sokuyor. Arabayla yol alınan sahnelerdeki dikiz aynası detayının neredeyse hip-hop kurgu ile asit tribi izlenimi bırakan bir düşe dönüşmesi de büyük oranda ‘işlenmiş bir technicolor’ katkısı veriyor. Bu sayede de filmi 60’ların sonuna taşıyıp güncelliyor.
Bir sahnede Scorsese ve Welles’in çok sevdiği bölünmüş alanlı merceğin (split field diopter) kullanılması da dikkat çekici bir hamle aslında. Rebecca’nın resminin önünde Mrs. De Winter’ın aşağıya indiği gerilimli sahne ise bir karakter dönüşümü olarak kırmızıyla aslında kan dökme anlamına gelecek kadar çarpıcı hale getiriliyor. Özellikle aynalı sahnelerin yarattığı mucizeler Jean Epstein’ın biçimci ve deneysel sessiz sinema bakışını hatırlatmıyor değil!
ADETA ‘MARNIE’NİN YILINDA ÇEKİLMİŞ BİR UYARLAMA GİBİ!
Bunun ötesinde de aslında filmin adeta kapalı mekanda Hitchcock’un sinemasal ve saykodelik fetişizminin nasıl yapılacağına kafa yormuş yönetmen. “Rebecca”nın kırmızının üzerinden ilerleyen “Hırsız Kız”ın (“Marnie”, 1964) döneminde çekilse nasıl yapılacağına kafa yormuş. Orada renk körlüğünün üzerinden akan yapının kırmızı filtreyi merkeze yerleştirdiği görülmüştü. Bu durum; müthiş çıkarımlarla, dahiyane sahnelerle önümüze dökülüyor. Daphne du Maurier’nin metninin 70’lerde bir-iki diziye ve Hint filmlerine uyarlandığı biliniyor. İlk kez bir Hitchcock filminin bu kadar zeki bir yeniden çevrimle yüzleştiğini görüyoruz.
Wheatley’nin özellikle son 15 dakikada biraz yapıştırma bir şekilde filmi noktaladığı söylenebilir. Hammer-James ikilisinin dışarı çıktığı sekans CGI olduğu için aşırı patlıyor. Stilize ve saykodelik evrenin bir parçasına dönüşüp dönüşmediğini sorgulatıyor. Bunun ötesinde başrole James’in seçilmesi, aslında ilk filmdeki Joan Fontaine’in yerine geçemiyor. En iyimser yorumla onun idare ettiği söylenebilir. Ama “Rebecca”nın ciddiyet sınavından iyi geçildiği söylenemeyebilir. Yine de “Ölüm Korkusu”ndaki (“Vertigo”, 1958) lookalike thriller’ı karşılayan göndermelerle sarılınca anlam kazanıyor. Kim Novak’a bolca selam çakıyor.
‘BİR HAP’, ‘BİR TARİHİ MEKAN’ ŞEKLİNDE AKAN İNCELİKLİ BİR RENKLİ VERSİYON
Kristin Scott Thomas ise onun düşmanı, eski eşin annesi olarak rolüne cuk oturuyor. Bu durum karşısında da aslında bize kalan da Hitchcock fetişizmi yapmakta canlı, enerjik ve Wheatley sayesinde saykodelik dehlizlere kayabilen bir film. Clint Mansell’in yatıştırıcı alternatif besteleri de aslında filmi başka bir boyuta çekiyor. Onun vizyonuna hayran kalıyoruz. Bir ‘hap’, bir ‘tarihi mekan’ şeklindeki bir model üzerinden yürüyor her şey.
Wheatley, J.G. Ballard’dan sonra Du Maurier’yi de günümüze adapte etmiş. Başroldeki James ve bazı CGI dönüşleri haricinde kameraya ve kurguya yaklaşımıyla başka bir fetişizm hamlesinde bulunmuş. Orası da filmin saykodelik dünyasına bir tutarlılık olarak eklenerek yorumlanabilir. Kendi evreninde de bunu iddialı olmasa da değerli bir noktaya yerleştirmeyi beceriyor. Armie Hammer ise aslında verilen rolü sekme yaşamadan canlandırabiliyor.
HITCHCOCK’UN MİRASINI KOPYALAMIYOR KENDİ RUHUYLA REVİZE EDİYOR
Kült İngiliz yönetmen, ‘kara komedi’ duygusundan gına gelmiş derken “Ateş Serbest” (“Free Fire”, 2016) ve “Happy New Year, Colin Burstead”deki (2018) anlamsızlığından kopuyor. Kalıcılık için adımlar atıyor. Dijitalde yaratılan technicolor yıllarının coşkusunu bir dijital işçilikle hissettiriyor.
Kıvrak zekasını konuşturup sinema tarihinin keyfini sürüyor. O kadar kalıcı bir filme imza atmasa da Hitchcock mirasını iyi değerlendirerek bir klasiği kopyalama hatasına düşmüyor. Aksine kendi auteur kumaşıyla revize ediyor.