Salgındı, evlere kapanmaydı derken aslında ruhsal olarak da yeni bir normale geçtik. Sürekli "Ben neden mutlu olamıyorum?" sorularını duyar oldum etrafta. "Her şeyim var, hayatım düzgün ama mutlu değilim." Bu cümle tanıdık geldi değil mi? Geçen hafta Klinik Psikolog ve Öğretim Üyesi Kahraman Güler ile "şehir insanının mutsuzluğuna çare" aramaya başlamıştık. Önceden de söylediğim gibi, şehir insanıyız, imkanlarımız kısıtlı, elimizdekiyle mutlu olamıyoruz. Bu yazıda ruhsal dengemizi nasıl bulmamız gerektiğini öğreneceğiz.
Mutluluğun bir formülünü henüz bulan olmadı ama iyi hissetmeyi yakalamak mümkün bence bunun basit yolu da mutsuzluğu azaltmak ve olumsuz deneyimleri de kabullenmek ama üzgünüm ki basit bir teknik yok. Daha önce yazdığım bir yazıdan kesit vermek istiyorum:
Eğer klasik bakacak olursak aşağıdaki yöntemler denenebilir:
İçinde bulunduğumuz toplumunun gelenek ve göreneklerine göre hayır demek nezaketsizlik olarak değerlendirilir. "Hayır" demekten korkan kişiler karşısındaki insanı kırmaktan korktuğu için istemediği pek çok durumu kabul eder, evet demek durumunda kalır ve kaçınılmaz olarak kendini mutsuz hisseder. Fikirlerinizi daima açık ve anlaşılabilir şekilde ifade edin. İstemediğiniz bir şeyi yapmak sizi mutlu etmez, mutlu olmadığınız sürece bir başkasını da mutlu etmeniz mümkün değildir.
Hayatın bize sunduğu sorunlar karşında çaresiz hissetmek yerine daha önceki bir çok problemin üstesinden geldiğimizi hatırlamalı ve mücadeleyi asla bırakmamalıyız. Bunu hatırlamak sizi cesaretlendirerek sorununuzu çözmenizde yardımcı olacaktır. Sorunları göz ardı etmek yerine bir kere başardım bir kez daha başarabilirim felsefesiyle kendinize güvenerek hareket edin.
Kişinin kendine karşı esnek olması güçlü özelliklerindendir. Değişimden çekinmeyin kendinize karşı daha toleranslı ve esnek olarak yaklaşmayı deneyin yeni şeyler denemekten vazgeçmeyin. Unutmayın herkes her alanda başarılı olmak zorunda değildir ama güçlü ve özgüvenli olarak yaklaşılan her sorunun üstesinden gelinebilir.
Bizi üzen şeylerin aslında olaylar değil, olaylara verdiğimiz değerlerden kaynaklandığını bilmekte fayda var. Olaylara bakış açınızı değiştirdiğiniz de sadece negatif yönlere bakmak yerine size kazandırdıkları ve öğrettiklerine odaklanarak bunları bir deneyim olarak görmek hayatınızı daha yaşanabilir kılmaktadır.
Şehir insanıyız, en büyük derdimiz mutsuzluk! Haksız mıyım? Trafik, iş stresi, okul, ev derken dertler derya oluyor. Şimdi dışarıda birine sorsanız, "Git biraz doğa yürüyüşü yap, kendini doğaya bırak, iyi gelir" der. Haklı, ama başta da dediğim gibi, biz şehir insanıyız, doğaya kaçma fırsatını her zaman bulamıyoruz. Bu da elimizdekiyle yetinmeyi ve elimizdekilerle mutlu olmamız gerektiğini bize gösteriyor. Bir de kronik mutsuzluk denilen bir durum var. Yani ağzıyla kuş da tutsa mutlu olamayan bir kesim. Eminim sizin de çevrenizde bu dertten muzdarip çok fazla insan vardır. Hatta belki de siz bu durumdasınız! Klinik Psikolog Kahraman Güler ile bu sorunun üzerine giden bir yazı dizisi hazırladım. Kronik mutsuzluk, mutlu olmanın yolları, pozitif bakış açısı ve dengemizi bulma yöntemleri hakkında hepimizin Kahraman Güler'den öğrenmesi gereken şeyler var. Hadi birlikte şehir insanının mutsuzluğunun çaresini arayalım. İşte başlıyoruz!
Eğer bugün bu soruyu tartışıp konuşuyorsak bunun gerçeklik payı vardır. Çocukluk ve ergenlik döneminde bakım verenleri tarafından sıcaklık sevgi dokunma şefkat ve huzur paylaşımı alamamış çocuk ve ergenler bu alamadıkları şeylerin boşluğuyla büyürler. Çoğu zaman buna ek çocuğun yada ergenin kim olduğuyla ne istediğiyle ilgilenilmemiş, çocuğun ihtiyacı zedeleyici bir şekilde engellenmiştir. Hayatında var olan olumsuzlukları içselleştiren kişiler bunları zamanla kişilik özellikleri haline getirebilirler daha sonra bunların üzerine inşa etikleri her şeyin buradaki boşluk duygusuna olduğuna inanırlar. Buna sahip oldukları iyi şeylerde dahil kronik mutsuzluğun geçmişte karşılanmamış ihtiyaçlara takılı kalmak ve devamı olarak bunların neden yaşandığı ve halen geçmişin değişmesine olan beklentileri buna kaynaklık eder.
Geçmişin çözülmemiş problemleri, hayal kırıklıkları karşısında avutulmamışlık, karamsarlık söylemlerine maruz kalmış olmak, ebeveynlerinin ihtiyaçlarının gerisine düşmüş olmak, yalnız bırakılmışlıkları, yaşına cinsiyetine ve gelişimsel düzeyine uygun olmayan sorumluluklar yüklenmesi kronik mutsuzluğun önemli bir bileşeni olduğunu söyleyebiliriz.
Şu ana baktığımızda kişinin hayatında yer alan güncel problemlerin belirlenmesi, hissedilen mutsuzluk ile hayatında yer alan gerçek olanakların karşılaştırılması ,mutsuzluk kaynaklıkların iyi tespit edilmesi, iyi hissetmeye doğru giden iyi bir yoldur. birçok sorunu çözmenin en iyi adımı sorunları tanımlamayı öğrenmek tanımladığımız sorunları duyguları ve düşüncelerimizi ifade etmek kendimizi açmak hayatımızdaki bireylerin bizi anlamalarına olanak sunmak iyi bir kapı aralayıcı olabilir.
Bu bahsettiğim detaylar kişinin kendisine olan inancın artmasına sağlıklı iletişim kurmasına kaynaklık ederek iyi kişiler arası ilişkiler geliştirmelerine yardımcı olur. Bana göre mutsuzluk ilişki kurmayı bilmemektir bunu iyi ilişki kurmayı bilmeyen anne babalarımızdan öğreniriz.
Kronikleşen mutsuzluğu depresyonla bağlaştırmadan geçemeyeceğim. Çünkü depresyon da uzun soluklu bir biçimde deneyimlenen ve içerisinden çıkılmakta güçlük çekilen, aşılamaz olarak görünen bir mutsuzluk ve çökkünlük halidir. Bu çökkünlük ve mutsuzluk halinin içine öyle hapsoluruz ki hayat artık zevk vermez. Bireyler kişisel bakımlarını ihmal ettikleri gibi çevreyle ve dış dünyayla olan iletişim dahi kısıtlanır.
Bu kişiler kişisel olarak güçlerinin farkında değillerdir ve kendilerini sorumluluk üstlenecek kadar güçlü hissetmez. Çevresindeki insanlar bu kişilerin işlevsiz şekilde kullandıkları enerjilerinin farkındadırlar.
Onlar her yerdeler. Biz fark etmesek bile hep oradalar! Gerek arkadaş ortamında gerek iş gerekse ailede, nedenini henüz kestiremediğimiz ama bir türlü sevemediğimiz insanlar oluyor. Herkesin bazen "Daha ne kadar katlanacağım ben buna" diye düşündüğü birileri illa ki vardır. Ama nedense bu insanlardan bir türlü de kurtulamıyoruz! Kim bu kişiler hemen söyleyeyim: Toksik insanlar!
Toksik insanlar nam-ı diğer ruh emiciler (J.K. Rowling'e selamlar) aklınıza gelebilecek her türlü ortamda karşınıza çıkabilir. Sürekli mutsuz, memnuniyetsiz olan toksik insanlar, bu özellikleriyle yanlarında kim varsa onları da dibe çekebilmek için adeta zamanla yarışır. En sonunda da bunu başarırlar.
Toksik insanların bazen hayatımızda olduğunun farkına bile varamayabiliyoruz. Yani bizi içten içe ezen bu kişilere bilmeden katlanıyoruz. Uzun vadede bir toksik insana maruz kalırsak da ne yazık ki ruh sağlığımızdan olabiliyoruz. Hani derler ya "Gerçek hastalar psikiyatriste gitmezler; gerçek hastaların hasta ettikleri kişiler gider" işte bu cümlenin çıkış noktasıdır toksik insanlar. Toksik insanlardan kurtulmanın yollarını öğrenmeden önce toksik insanların kim olduklarına bir bakalım.
Toksik insanlar bizi ruh sağlığımızdan ediyor.
Mutlaka birilerinin arkasından kötü sözler söylerler.
Durumun ciddiyetini yukarıda anlattım: Uzun süreli maruziyet psikolojinizin bozulmasına neden oluyor.
Geçenlerde yakın bir arkadaşımla oturup şu malum ilişkiler üzerine konuşurken aramızda çok ilginç bir diyalog geçti:
"Ben cahille muhabbeti kestim artık, entel birini arıyorum. Zeki olsun bana yeter" dedi.
"Adam sırf zeki diye onunla mı evleneceksin?"
"Valla evlenirim"
Aramızdaki diyaloğa tuhaf dedim ancak bu tarz düşünen kadınların sayısı sandığımızdan daha fazlaymış. Zeka bir ilişki için hatta evlilik için temel kriter olabilir mi? Cevap: Evet olabilir. Hatta bunun bilimsel bir adı da var: Sapyoseksüellik. Neymiş bu sapyoseksüellik biraz araştırma yaptım ve ortak özellikleri hakkında bir şeyler buldum:
Sapyoseksüel dediğimiz insanlar zekayı çekici bulurlar. Yani bir insanın dış görünüşünden ziyade söylediği sözlere, öz güvenine, kendini anlatış biçimine bakarlar. Onlar için varsa yoksa zekadır. Yani siz iyi dereceli bir Boğaziçi Üniversitesi diplomasıyla sapyoseksüel kişilerin favorisi haline gelebilirsiniz.
Sapyoseksüeller beyne aşıktır. Hatta bu aşk hoşlanmaktan ziyade cinsel bir hazza bile ulaşıyor.
Paylaşımı ilk gördüğüm zaman “Bu kadar da olmaz” dedim. Photoshop’tur diye düşündüm. Ama baktım ki gerçek; artık biri şu soruyu sorsun dedim: Bu toplum nereye gidiyor? Sosyal medya fenomeni Murat Övüç’ten bahsediyorum. Kadınlar hakkında yaptığı konuşmalarla herkesi kendine düşman eden Murat Övüç, “kadın haklarına en duyarlı fenomen” ilan edilmiş. İnsan düşünmeden edemiyor: Kim bu insanlar, neye dayanarak bu ödülü veriyorlar? Murat Övüç’e bu ödülü verenler ya kadın haklarından bihaber ya da gerçekten son zamanlarda yaşanan polemikleri bilmiyorlar. Daha önce yaptığı açıklamalar nedeniyle kadın hakları eyleminden kovulan birinden bahsediyoruz. Kovulduktan sonra bile oradaki kadınlara “cahil” diyerek hakaret eden birinden.
“Mine niye bu kadar dert edindin, adam altı üstü ödül vermişler” demeyin, gelin Murat Övüç’ün hepimizi çileden çıkaran ‘sabıkasına’ bir bakalım...
Sosyal medyanın ünlü ettiği insanları televizyonlarda, gazetelerde ve hatta sahnelerde görmeye hepimiz artık alıştık. Bu kişilerden biri de Murat Övüç. Eminim siz de "Bu adam niye ünlü?” diye kendinize soruyorsunuzdur. Çektiği videolarla sosyal medya kullanıcılarının dikkatini çeken Övüç, biraz olsun gülmemizi sağlamış, kısa sürede Instagram'da binlerce takipçi kazanmıştı. En çok da kadınlar tarafından desteklenmişti. Ancak görünen o ki ünlü olmanın getirdiği sorumluluğu taşıyamıyor.
Yeşim Salkım’a çıktığı sahnede ağza alınmayacak bir küfür etti. Kadınlar olarak elbette desteğimiz Yeşim Salkım’dan yana oldu. Murat Övüç bir özür videosu çekti. Ne mutlu ki Yeşim Salkım bu hakaretin altında kalmadı ve mahkemeye başvurdu.
Biraz daha eskilere gidelim. ABD’li televizyon yıldızı Kim Kardashian’ın sözde Ermeni soykırımını savunduğu bir paylaşımını gören Övüç kendi çapında tepki göstermeye çalıştı. Bu tepkisi de “Siz Ermeniler pisliksiniz” şeklinde oldu. Övüç’ün bu ırkçı cümleleri tabii ki hoş karşılanmadı ve “Sözlerim nedeniyle Türk Ermeni cemaati alınmış, özür diliyorum” diyerek yine bir özür videosu yayınladı.
Ölümüyle tüm Türkiye’yi yasa boğan
Kabul, hepimiz kafayı yemek üzereyiz. Sosyal izolasyon, corona korkusu, evde yapacak bir şey bulamamak ya da çoluk çocuğun arasında işlerini evden yürütmeye çalışmak... Bunların hepsi şimdi her evde gördüğüm (sosyal medyadan) manzaralar oldu. E havalar da pek iyi değil. Kısacası depresyon ve anksiyete arasında gidip geliyoruz. Herkes böyle melankolik mi peki bu dönemde? Elbette değil! Ben de Türkiye'yi güldüren insanların bu süreçte neler yaptığını merak ettim. Uykusuz dergisinden karikatürist İlker Altungök'e sordum. "Neler oluyor bize yahu?" İlker hem çizdi, hem de yanıtladı. İşte sizi karantina günlerinde depresyondan çıkaracak bir röportaj. Bakalım siz de benim kadar gülecek misiniz?
Sosyal izolasyonda 1 günün nasıl geçiyor?
Aslında normalden farklı geçmiyor. Coronadan önce de sosyal izolasyondaydım ben ama istediğim an dışarı çıkma özgürlüğümü kaybedince baya kötü oldum tabii. En çok kanepede hiç bir şey yapmadan yatay duruyorum, uyumak yok ama. Biraz bir şeyler izleniyor, okunuyor falan arada, bazen çok cinlenince bir kuple şarkı söylüyorum şımararak bozarak şarkıyı. Böyle geçiyor günler. Bu belanın bir an önce bitmesini istiyorum ama karantinanın sevdiğim bir şeyi var herkesin karantinada olması. Çünkü ben insanların tam eğlenme, kudurma saatlerinde, geceleri, hafta sonları falan çalışmak durumunda kalıyorum ve onlara haset ediyordum, acılar içinde çalışırdım şimdi kuş gibiyim oturuyorum misler gibi çalışıyorum. Bir yere çıkamazlar çünkü.
Dışarı çıkmak zorunda kalınca ne yapıyorsun?
Çok az çıkmak zorunda kaldım onlarda da sosyal mesafeyi müthiş korudum, sağa sola dokunmuyorum bir şeyi kurcalamıyorum hiç insan geçmemiş yerleri tercih ediyorum. Otoyola çıktım emniyetten yürüdüm mesela, toplu taşımaya hayatta binmem, bir kere motosikletle karşıya geçtim onun dışında bakkala falan gidiyorum hepsi bu kadar, maske kullanmıyorum benim suratıma gitmiyor.
Evden çalışmak nasıl bir his?
Evet coronadan önce de, şimdi de evden çalışıyorum. Çok zor, ama artıları eksilerinden fazla bence, seviyorum. Zorluklarından bahsedeyim; çalışılmıyor, ev çünkü burası, çalışalım diye yapılmamış ki. Bütün hafta vaktin vardır hiç bir şey yapmadan durursun son gün ağlaya zırlaya çalışırsın yani bende böyle oluyor. Ne yaptıysam düzene sokamadım illa da son gün yapılacak o köşe. Biraz koltukta biraz yatakta biraz masada yerlerde yuvarlanarak falan iğrenç bir çalışma şeklim var yine de şikayetçi değilim.
Öncelikle belirtmek istediğim bir nokta var; her insanın kendi özeli, kendi mahrem alanı var ve bunu aşmak kimsenin haddine değil. Özel alanı ifşalamak hırsızlıktan farklı bir durum da değil. Bir insanın özeli ifşalanmışsa, asla ‘iyi oldu ona, hak etti, çekmeseydi orasını burasını kardeşim’ gibi cümleler söylemek kimseye düşmez! Şimdi de gelelim esas konuya...
Son dönemde ünlülerin çıplak fotoğrafları, attıkları DM'ler ve mesajlar gündemden düşmez oldu. Bunun son kurbanı da Aslı Bekiroğlu oldu. Bekiroğlu'nun erkek arkadaşı ile tuvalette çekildiği pozlar ve daha fazlası internete düştü. Kubilay Aka ve Rafet El Roman'ın Instagram'dan attıkları DM'lerin ifşaları da etrafta dolanır oldu.
Aslı Bekiroğlu
E sosyal medyadaki insanların dili de torba değil! Ağır yorumlara ve sıfatlara maruz kaldı ünlülerimiz. Ancak gözüme takılan bir yorum vardı ve fazlasıyla ilgimi çekti: Neden böyle pozlar verme gereği duymuş ki?
İnsanlar neden mahrem anlarının fotoğraflarını çekme gereği duyuyor? Çiftler özel anlarını videoya alınca ellerine ne geçiyor? Bu bir fantezi mi yoksa daha mı fazlası? Hadi bir kısım bunu yaptı, diğer kısım neden bunları yayma ihtiyacı duyuyor? Bir ünlünün ona mesaj attığını görünce ya da insanların özel fotoğraflarını görünce neden ortaya döküyor? Kısacası kafamda deli sorular.
Kubilay Aka ve sevgilisi Miray Daner
Ne kadar şanslı olduğunun farkında mısın? Şu an bu yazıyı okuyabiliyorsun. Üstelik bunu yaparken bir başkasının yardımına ihtiyaç duymuyorsun. Telefonunu-bilgisayarını aldın, sayfamızı açtın ve okumaya başladın. Senin için bu kadar basit. Peki ya görme engellerin ne yaptığını düşündün mü? Bir kitap bir gazete ya da küçük bir makale okuyabilmek için ne kadar zorlandıklarını? Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Ulusal Engelli Veri Sistemi’nde kayıtlı 281 bin 439 görme engelli var ve bu sayı sadece sisteme kayıtlı olanların sayısı. 2016’da Türk Oftalmoloji Derneği, Türkiye’deki her bin vatandaştan 3’ünün görme engelli olduğunu açıkladı. Bu kadar fazla görme engelli varken, vicdanlı insanlar yerinde durmaz tabii ki. Eskişehir Sabiha Gökçen Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde öğretmenlik yapan Gökhan Torgut da bu vicdanlı kesimin arasında yer alıyor. Görme engelliler için kar amacı gütmeyen bir proje hayata geçirdi Gökhan Öğretmen. Görme engeli insanlar da kitap ve hatta ilaç prokpektüslerini de dinleyebilsin diye ‘Gözüme Ses Ol’ dedi.
Gözüme Ses Ol projesinin detaylarını Gökhan Öğretmen’in ağzından dinleyelim o halde.
"Eskişehir’de düzenlenen bir kitap fuarında kitap alışverişimi yapmış gidiyorken, bir yazara kitap imzalatmak için bekleyen anne ve görme engelli küçük bir kız dikkatimi çekti. Daha yakından şahit olabilmek için bende hemen arkalarında imza sırasına girdim. Kısa bir süre sonra selam vererek tanıştım. Anne, kitapları kızı için aldığını ve ona düzenli olarak almış oldukları kitapları okuduğunu öğrendim. Görme engelli kızın heyecanı bende tarifi zor bir üzüntü yaratırken aynı zamanda duygusal anlamda bir uyanışa da sebep oldu. Kitaplara dokunabilmenin, yapraklarının kokusunu içine çekebilmenin, yazılanları ve çizilenleri görebilmenin ne kadar büyük bir hediye olduğunu bir kez daha anladım. Gözleri görmeyen bir çocuğun heyecanını, annesinin fedakârlığını ve samimiyetini yüreğimde hissettim. Fuardan ayrılıp eve geldim. Fuar’dan almış olduğum, Ahmet Şerif İzgören’in “Küçük İyilik Fikirleri” kitabı ile “Masallarda bir peri çıkar karşınıza, gerçek hayatta ise öğretmen” kitabını okurken, öğretmen olmanın toplumda bazı sorumluluklar üstlenme ve karşılıksız iyilik yapma davranışlarını benimsemeyi ve aynı zamanda benimsetmeyi öğretme amacını gütmesi gerektiğini düşündüm. Bu bağlamda öğrencilerim ve arkadaşlarımla birlikte gönüllü olarak görme engelli bireyler için ne yapabilirim sorusunu kendime sordum. Kitapları seslendirerek onlara ulaştırabileceğimizi düşündüm. Biraz araştırma yaptığımda çeşitli kurumların bu hizmeti sağladığını gördüm. Ancak bu hizmeti görme engelli bireylere sağlarken rapor, belge vb. dokümanları şart koşuyorlardı. Bazı üniversiteler de bu hizmeti sadece kendi bünyesinde eğitim öğretim gören öğrencilerine açmıştı. "
"Çeşitli uygulama yazılımları da görme engelli bireylerin kitap dinlemesine fırsat tanıyordu ancak ücretliydi ve bu da engelli bireylere maddi anlamda ek yük getirecekti. "
"Ayrıca ülkemizde engelli bireylerin sayısı da yadsınamazdı. Bana göre hizmet veren kurumların sayısı da yeterli değildi. Bu bağlamda “gozumesesol.com” isimli web sitesini oluşturarak yayınladım. Herhangi bir ticari amaç gütmeyen, tamamen insani amaca yönelik bir iyilik faaliyeti başlatmayı istedim. Ayrıca öğrencilerimin de karşılıksız iyilik projesine destek vererek, engelli bir bireyin yüreğine dokunarak, müfredat kapsamında öğretmeye çalıştığımız değerler eğitimini uygulayarak öğrenebileceğini düşündüm. Böylelikle hem bir iyilikte bulunacaklar, hem de okuma alışkanlıklarına da bir katkı sağlamış olacaklardı. Proje fikri kafamda belirginleştikten sonra okulda tüm personelin gönüllü olarak katılabileceği birbirlerine kitap hediye etme ve okuma kampanyasını okul idaresinin de desteği ile düzenledik. "
Amacının hem dostluk ve arkadaşlık ilişkilerini kuvvetlendirmek, hem de hediye edilen kitapları seslendirerek görme engelli kişilere destek olmak olduğunu söyleyen Gökhan Torgut, projenin tamamen ücretsiz olduğunu ve görme engelli kişilerin projeden faydalanması için neler yapması gerektiğini şöyle anlatıyor: