Tarsus’a gidince geçmiş anılarım canlanıyor. Tarsus Uluslararası Festivali'nde, Yavuz Donat ve İpek Çalışlar’la “Çocukluğumun Tarsus’u” (Everest Yayınları) kitabından yola çıkarak sohbet ettik. Kitabın bir bölümünde de “Babamın Meselleri” vardı. Babam hoş sohbet bir insandı. Komşularımız akşam misafirliğinde babamdan bu meselleri anlatmasını isterdi. Babam da anlatmaktan zevk alırdı. Aslında her hikayenin bir toplumsal anlamı, bir hiciv yanı olurdu.
Dağlarda göçebe hayatı yaşayan insanların şehirle, köyle karşılaşmasının ilginç anları, kültürel farklılıkların yarattığı mizah öyküleriydi bunlar. Babam bu öyküleri anlatırken merakla dinlerdim. Neden bunları o zaman kaleme almadım, bir kenara yazmadım diye hayıflanıyorum. Yine de bazıları hatırımda kalmış. Hatırladıklarımı Tarsus kitabıma koydum. Bazılarını da kardeşlerime soruyorum. Bu meseli çok severim.
Onu sizlerle de paylaşmak istiyorum: Göçerler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde dağlarda çobanlık yaparak yaşarlardı. Bir kısmı hayatında şehir ve köy görmemişti. Göçerler ya da göçebeler diye anılan bu toplulukların yine bir kısmı devletin kontrolünden uzak hayatlar yaşardı. Çoğunun nüfus kağıtları yoktu. Olanların da gerçek doğum tarihleri yazılamazdı.
Çünkü birkaç çocuk doğduktan sonra topluca nüfusa gidilir, kayıt öyle yaptırılırdı. Osmanlı, göçerleri toprağa yerleştirmek, devlet disiplini altına almak için çok uğraşmıştı. Dadaloğlu, Köroğlu, Karacaoğlan bu başkaldırının kahramanlarıydı. Nice türkü yakılmış, nice can yitmişti bu kavgada.
Bir çoban öyküsü
Kışların çok sert olduğu dönemlerde çobanlar sürüleriyle birlikte dağların eteklerine çadırlar kurardı. İçlerinde hayatlarında cami görmemiş, ezan duymamış olanlar çoktu. İşte bu topluluklardan bir çoban, sürüsüyle birlikte camisi ve minaresi olan bir köyün yamacına çadır kurup, yerleşmeye gelmiş. Sabahın alacakaranlığında, caminin müezzini sabah namazını haber vermek için şerefeye çıkmış ezan okumaya başlamış.
Hikaye şöyle… İlk kez ezan duyan çoban, şaşırmış. İlk iş olarak yerden kocaman bir taş kapıp gözünü şerefedeki müezzine dikmiş. Köylüler yanına koşmuş. Elinde taşla bekleyen çoban ne yapacak merak etmişler. Çoban köylülere sormuş, “Bu adam ne yapıyor?” demiş. Köylüler cevap vermiş, “Ezan okuyor” diye. Çoban bu kez daha açık sormuş. “Mala, davara zararı var mı?” Köylüler durumu anlamış. Adam ilk kez bir cami ile yüz yüze geliyormuş.
İlk kez ezan dinliyormuş. “Yok bir zararı kardeşim… O Müslümanları namaz kılmaya çağırıyor” demişler. Rahatlayan çoban, “iyi o zaman” diyerek elindeki taşı yere bırakmış. Gerçekten böyle bir olay yaşanmış mıdır? Yoksa üretilmiş midir? Bilemeyiz. Çobanlık bir zamanlar en yaygın mesleklerdendi. Nereden nereye… Babamın mesellerinden birisi de buydu. Onu sevgiyle anıyorum.