“Hakimiyet bila kayd-u şart milletindir” (Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur") deyişi, 19. ve 20. yüzyıla damga vurmuştur.
Bu söylem; hükümdarlıktan, dikatörlükten, tek adam yönetiminden demokrasiye geçiş yolculuğunun özeti olduğu gibi, aynı zamanda, ulus devletin de temel felsefesini oluşturur.
19.-20. yüzyıl kanlı savaşlarla, demokrasi arayışlarıyla, ulusal ayaklanmalarla, bağımsızlık mücadeleleriyle geçti. 21. Yüzyıl’ın 19. senesinde, “milli irade” arayışı ve tartışması sürüyor. Ulus devletin ötesine nasıl geçileceği ve ulusüstü bir düzenin kurulup kurulamayacağı üzerine tezler yazılmaya devam ediyor.
Dünya, ulaşım ve iletişim imkanlarının olağanüstü artışıyla, yeni baştan şekilleniyor. Kültürler birbiri içine giriyor, melez renkler, siyah ve beyazın yerini alıyor.
23 Nisan'la başlayan
Millet Meclisi’nin, Ankara'da 23 Nisan 1920'de toplanmasından bu yana, “milli irade”nin nasıl tecelli edeceği, hep tartışma konusu oldu. “Millet iradesi” kavramının nasıl anlaşılacağı ve uygulanacağı sorusu, gündemdeki yerini koruyor.
“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”, iki bloktan oluşan bir görünüm yarattı. Yüzde 51-49 arasında gidip gelen ve bu şekilde dengeye oturan sistem, siyasi aktörlere değişik dozda bir sorumluluk yüklediği gibi, onları aşırı şekilde geriyor da. 2002 seçimlerine kadar, Türkiye, “modernist-batıcı-seçkinci” olarak tanımlanan bir kesim tarafından yönetildi.
Özellikle 2002’den bu yana, dindarlığı temel ideoloji olarak benimseyen, muhafazakar bir ekip, alttan gelen bir dalga olarak, kurumlara yerleşti. Kurucu ideolojiye yaslanan müdahale girişimlerine rağmen, devlet içinde giderek egemenlik sağlayan bu ekip, başlarda, bir dizi değişime öncülük etti. “Dindarlar”ın gündelik hayatın etkili aktörlerden birisi haline gelmesi önemli bir değişimdi.
Melezleşme
Azınlıkların hakları, hukukları, ötekinin sesini çıkarabilme özgürlüğü; çağdaş demokrasinin yeni boyutu olarak, anlamlı hale geliyor. “Milli irade”nin yalnızca belli bir kesimin (mesela çoğunlukta olan kesimin) yönetim ve egemenliği anlamına geldiği dönem, artık geride kalıyor.
Çoğunluğu sınırlayan fren mekanizmaları gelişti ve anayasalara temel oluşturmaya başladı. Ulus devlet tercihi gücünü korurken, farklı sesler ve ötekiler de sistemde yer edindi. Değişik renklerin, değişik dini ve etnik kökenlerin, değişik cinsel tercihlerin meşrulaştığı düzenler oluşuyor.
Önümüzdeki mesele; çoğunlukçuluktan, çoğulculuğa nasıl geçeceğiz? Tek rengin egemenliğinden melezleşmeye, yani bir anlamda uzlaşarak yaşamaya doğru nasıl ilerleyeceğiz? Yeni sorulara, yeni cevaplar üretmek, yeni şeyler söylemek zamanı...