Hangi milletten olduğumuzu kendimiz seçemeyiz. Dinimizi ya da mezhebimizi de kendimiz seçemeyiz, doğuştan ediniriz. Globalleşme, zengin ülkelere yönelik devam eden göçler, karma kimlikler ortaya çıkarıyor: Son dönemde, Katar’daki futbol şampiyonası sırasında, sık sık “Annesi şu milletten babası bu milletten” diye tarif edilen futbol yıldızlarına tanık oluyoruz.
Bir ülkenin milli futbol takımında oynamak için onun vatandaşlığını seçen, teklif bekleyen isimler medyada gündem olabiliyor. Bir insan, anne ve babası nedeniyle, bir milletin üyesi oluyor. Buna kendisinin katkısı bulunmuyor. Kendi iradesiyle seçtiği değil, doğum nedeniyle bağlandığı bir durum söz konusu.
Tabii bir insanın bağlı olduğu milletini sevmesi, ona bağlanması, onunla övünmesi doğal. Nasıl, doğup büyüdüğümüz şehirlere bağlanıyorsak, özlüyorsak, birilerine anlatmak istiyorsak, üyesi olduğumuz millet veya dini de övebilir, büyük bir şevkle bağlanabiliriz. Dini inancımız, mezhebimiz için de aynısı geçerli. Herkes kendi din ve mezhebini en doğrusu olarak kabul eder, öyle inanır.
İnancı sömürmek
Bu bağlılık ve sevgi, birileri tarafından sömürülebilir. İnsanların kutsal saydıkları değerler içinde yer alan din, mezhep, millet kavramları, her dönemde değişik dostluk ve düşmanlıkların gerekçesi haline gelebilmiştir. İnsanlar ilk inanca nasıl başladı? Binlerce yıl önce dinleri var mıydı? Zaman içinde tarihe dair yeni bilgiler ediniyoruz.
Urfa Göbeklitepe kazılarında, 10 bin yıl öncesine giden bir inancın, tapınmanın izlerine rastlıyoruz. Tabii insanlığın tarihi açısından, 10 bin yıl çok kısa bir süre. Millet bilinci ya da ideolojisi ise daha birkaç yüzyıllık bir olgu. Ondan önce kabile, klan, aşiret, beylik halinde yaşayan topluluklar söz konusuydu. Bu sözünü ettiğim meseleler, hepimizin az çok bildiği, duyduğu, gördüğü, hissettiği meseleler. Sonuç olarak, milliyetçilik, bu kadar yeni olmasına karşın, sonsuza kadar yaşayacak bir ideoloji gibi algılanıyor.
“Ezelden ebede”, yani başlangıçtan sonsuza giden bir kimlik olduğunu düşünenler var. İddia edenler var. Halbuki millet kavramı daha dünkü söylem. İnsanlığın uzun tarihi içinde bir nokta kadar yeri olabilir. Birkaç yüzyıl önce, Türkçülük diye bir akım yoktu. Milliyetçilik yeni bir ideoloji. “Semavi dinler” diye tanımladığımız tek tanrılı dinlerin tarihi de tüm insanlık tarihi içinde görece yakın ve yeni bir olgu.
Kendi milletimize, kendi dinimize, kendi inanç ya da inançsızlığımıza sahip çıkarken, bağlanırken, başka insanların bağlı oldukları dine, millete yükledikleri kutsallığı da anlamaya çalışabiliriz. Bir zamanların yaygın deyimiyle, onlarla empati yapabiliriz. Yapmamız gerekir. Katar’daki Dünya Futbol Şampiyonası’nı izlerken, değişik milletlerin yetenekli çocuklarını alkışladık. “Keşke bizimkiler de olsaydı” derken, bir milletin mensubu olarak da alkışlıyorum. Üstünlük, çabayla emekle, disiplinle sağlanıyor. Kimseye doğuştan böyle bir hak bahşedilmiyor.