Bundan bir hafta önce depremi dakika dakika yaşadım. Karmaşık duygular içerisinde insan kendini güvende tutmak için o an birçok fikri süzgecinden geçiriyor. En evla olanı mantıksal ve sağduyulu hareket etmek. Şehrimizin insanları hala etkisinde ve ivedilikle yaraları sarmaya çalışıyor. Günlük rutin hayata dönmek de kolay olmayacak gibi. Fakat şunu belirtmek gerekir ki ilk günden bugüne dek başta İzmirliler olmak üzere sivil toplum kuruluşları, dernekler, sosyal medya sayfaları müthiş bir dayanışma ve özveri ile çalıştılar. Özellikle @izmiretkinlik sayfası her gün her saat tüm gelişmelerden haberdar etmekle kalmayıp; nerede neye ihtiyaç var ise ulaşmasına, tamamlanmasına en doğru ve hızlı bilgilerle öncü oldu. Gönüllü olarak yüzlerce insan vefakarca çalıştı. Diğer tarafta ise gündemini değiştirenler, duyar kasanlar, prim yapanlar, Elif ve Ayda bebeğin üzerinden reklam yapanlar, şova dönüştürenler, kahramanlık hikayesi yazanlar, sahtekar fırsatçılar da yok değil. Bu hikayeler alkış da görüyor tabii ve gündemi fazlasıyla meşgul de ediyor. Çünkü hangi yöne odaklanacağını, neye ne tepki vereceğini bilmeyen büyük bir toplumsal kitle var.
1999 depreminden sonra "Depreme hazır mıyız, ne kadar hazırız, ne zaman tam olarak hazır olacağız?" soruları gündeme geldi. Bugün de aynı sorular gündemde. Muhtemelen 20 yıl sonra da aynı sorular sorulacak. Çünkü deprem olmadıkça akıllara gelmez, sorgulanmaz, denetlenmez. Ancak bir deprem olacak ki apartmanların yapımı gündemde üst sıralarda yer alabilsin! Onu da bir hafta 10 gün konuşup sonra 'gerçek' gündeme döneceğiz. Neden binalar çöküyor? Neden bu yapılar sağlam değil? Neden denetlenmiyor? Denetleniyorsa niçin geçerli not veriliyor? Bir apartmanda niçin kolon kesmeye ihtiyaç duyulur? Kolon kesmeye kim, neden onay verir? Neden müteahhitler sorgulanmaz? Hiçbir şey sorgulanmadığı için mi ülkemizdeki müteahhit sayısı tüm Avrupa'daki müteahhit sayısının tam 9 katı fazla? Neden parası olan herkes müteahhit olmak istiyor? Niçin sadece üniversitelerin ilgili bölümlerinden mezun olanlar müteahhit olamıyor? Neden müteahhit olmak bu kadar kolay? Hiç düşündünüz mü, 2020 yılında tüm dünyada yaşanan depremlerde 38 kişi ölmüşken ülkemizde neden bu sayı 164? Arada neden uçurum var?
21'inci yüzyılda hala depremlerin oluşum sebeplerini zina ve içkiye bağlayan hasta bir güruh var. Ciddi ciddi bunları düşünebilen ve ifade edenler... Peki şunu hiç düşündünüz mü? 21'inci yüzyılda neden hala depremzedeler için çadır kuruluyor? Neden İzmir afet bölgesi ilan edilmiyor? İnsanlara verilen kıymet, onlara layık görülen şartlar bunlar mı? Neden daha iyi koşullar sağlanamıyor? Neyse ki yardımsever, duyarlı otel sahipleri ve evini açan insanlar, fedakarlık yapanlar, çaba ve gayret içinde olanlar, bazı sorumlulukları üstlenen güzel insanlar var. Kimilerinin temel ihtiyaçları karşılandı. Bazı çocukların eğitim masraflarının karşılanacağı açıklandı. Birkaç şirket İzmir'e kargoları ücretsiz hale getirdi. Bazı özel okullar adım attı. Büyük bir dayanışma ve güç birliği oldu. Fakat bunlar olmasaydı ne olacaktı? Depremzedelerin ihtiyaçları yine karşılanabilecek miydi? Her doğal afet olduğunda Acun Ilıcalı çıkıp kampanya yapsın diye mi bekleyeceğiz? Böyle beklenti içine girersen karşılık alamadığında da tepki verirsin. Sonra birileri de bunu şova dönüştürür. Tıpkı bir kasabın yaptığı gibi. Telefon numarasını sosyal medya hesabından paylaşıp "İzmirli arkadaşlar beni arasın" da ne demek? Arandıktan sonra da tüm arayanları, konuşmaları yine hesabından paylaşıyor. Büyük kahramanlık doğrusu!
Depremin üzerinden tam bir hafta geçti ve gündem çoktan ABD seçimlerine kaydı bile. Onlarca binanın yıkıldığı, yüzlerce insanın vefat ettiği İzmir depremi marketlerin arka raflarında yer alan, son kullanma tarihine yaklaşmış ürünler gibi ötelendi maalesef. Bir sonraki deprem ne zaman olacak bilmiyoruz ama şunu biliyoruz: O gün geldiğinde yine aynı konuşmalar geçecek...
Geçmiş olsun İzmir. Bir daha yaşanmaması ümidiyle...
Yazı, düşüncelerin, duyguların, bilgilerin kadraja alınmış halidir. Düşünen kafaların fotokopisidir. Bu yüzdendir ki kültürün gerçekçi evidir. Bu evde yazmaya başlamadan önce düşünmeyi başarmak gerekir. Amie Suche der ki; "Yazma sanatı, hayata incelemekle kazanılır."
Yazı sadece duygu ve düşüncelerimizi yansıtmaz. Karakterimize dair de replikler sunar. Grafolojistlere göre, el yazısı insanın kişiliği hakkında bilgi edinmemizi sağlar. Fakat insanların yazısını sağlık ve ruhi gibi durumlar da etkiler. Her yazı, doğru karakter analizi yapmamıza olanak sağlamaz. Yanlış sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle yazan kişinin ruhen ne durumda olduğunu bilmek önemli bir etkendir. Kişi her zaman aynı standartta yazmayabilir.
Yazmak öyle bir lütuftur ki dar günlerinde güneş açar sana. Karamsar bir geceyi dolunaya dönüştürür. İçinde oluşan dağlardan akarsu çıkar. Kendini, içindeki kendini görürsün. Bize düşünmeyi öğretir, olgunlaştırır.
İnsan hayat şartları gereği diğer insanlarla iletişim kurmak zorundadır. Sosyal bir varlık olmanın neticesidir bu. Konuşmak, yeme-içme gibi zorunludur insan için. İyi bir araçtır içindekileri başkalarına duyurmak için.
İyi konuşmak da bir sanattır. Güzel konuşan bir kimse konuştuğu kişiyi etkisi altına alır, istediğini yaptırır. Nedeni belirsiz gizemli bir kuvvet kazanır. İyi konuşan bir kişi için "Söz gümüşse sükut altındır" sözü pek geçerlilik taşımaz. Aksine konuşma sanatını bilen için "Sükut gümüşse söz altındır."
İyi konuşmak Allah vergisi midir yoksa kişinin kazandığı bir yeti midir? Güzel konuşan kimselere bakarsak vergi değil, ergi olduğunu anlarız. İyi konuşan, akıcı anlatabilen, net ifadeler sunan kişi kendini her zaman dinletmeyi başarır. Konuşma sanatını bilmiyorsan ne kadar değerli ve ne kadar bilgili olsan da yine de kendini dinletemez ve karşındakini inandıramazsın. Kendine güvenen kişi daima iyi konuşur. Kişi neyi yapmaktan korkuyorsa onu yapmamalıdır. Konuşurken sözlerin etkili olmasını istiyorsanız, popüler kişilerden faydalanın. Sevilen kişilerin sözlerini alırsanız güven duyulur. Konuşma sanatı, aklına gelen her şeyi söylemek değildir. Konuşma esnasında gösteriş ve şaka yapılmaz, öğüt verilmez. Bir atasözü der ki "Dilin cirmi küçük cürmü büyüktür. "
Yazmak mı konuşmak mı? İkisi de ayrı bir zorluğu olan sanat. Her iyi yazan güzel konuşamaz. Her güzel konuşan da iyi yazamaz. İkisinin de başı bilgi ve düşünmektir. Düşündükçe, cesaret edip güven duydukça iyi konuşur, iyi yazarız. Aksi halde kalem tükenir, dil çürür...
Türk edebiyatının kısa hikaye alanındaki mihenk taşıdır Sait Faik. Özelikle durum&hal öykü dalında çağdaş hikayeciliğin öncüsüdür. Türk hikayeciliğinde yeni bir dönem başlatmış ve hikayenin biçimini yenileştirmiştir.
O, kendi köklerinden çıkıp filizlenen ve ürün veren 'yerli bir tohum' unvanına hak kazanmıştır benim için. Eserlerini incelediğimizde benzediği, yakın olduğu yazarlar görebiliriz fakat etkilendiği, tesir altında kaldığı, peşinden gittiği bir akım göremeyiz. Çünkü malzemesi kendisinde. Balıkçıları, avare insanları, işsizleri, alt tabakayı konu alır. Toplumsal sorunlara çok eğilmez, insanın toplum içindeki sorununu irdeler. Tabii dönem dönem her eserinde farklılıklar bulunur. Sanırım bu halet-i ruhiyesinden kaynaklanır. 'Lüzumsuz Adam' eserinde çokça serseri, avare, başıboş temalarından bahsederken; son dönem eserlerinde daha çok ölüm, dünyanın sonu ve bu düşüncelerin etkisini kaleme alır. Gençlik dönemi de kendisinin 'haylaz ve serseri' ailesinin aristokrat tarzının çarpışmasıyla geçmiştir. Tabii ki sonunda kazanan kendisi olmuştur. Tüm hasılatını kendi bahçesinden yapan bir yazardır Sait Faik. Üstelik kısa hikayede böyle başka bir başarı göremezsiniz.
O, tüm bu özellikleriyle Türk edebiyatının hikaye alanında büyük bir devrim yapmıştır. Her anlamda Türk hikayeciliğini ileri bir boyuta taşımıştır. Nurullah Ataç bir konuşmasında "Günümüz şiirinin başında Orhan Veli olduğu gibi, günümüz hikayesinin başında ise Sait Faik vardır" diyerek övgülerini dile getirir. Şiirin başında Orhan Veli olur mu bilemem ama Türk hikayeciliğinin başında Sait Faik'in olduğu aşikar.
İşte bugün, küçüklüğünde hep 'Abasızların Mançuko' adıyla anılan bu büyük yazarın ölüm yıldönümü. Öyle büyüktür ki her yıl ölüm yıldönümünde kendi adında 'hikaye ödülü' verilir. Ölümünün 66'ncı yılında kendisini saygı ve minnetle anıyorum. Çok sevdiğim bir şiirini sizlerle paylaşıyorum.
Bize bir masa ayır Yanakimu
Aleksandra’mla benim için
Bir masa.
Göktürkçe, Türkçe'nin bilinen en eski döneminde kullanılan, 2. Göktürk Devleti'nin resmi dilidir. Göktürk alfabesi 38 harften oluşur. Bunlardan 34'ü ünsüz, 4'ü ise ünlüdür. Kelimeleri birbirinden ayırmak için aralarında üst üste iki nokta kullanılır. Sözcüklerin başında ve ortasında ünlüler yoktur. Sağdan sola doğru yazılır. Göktürk alfabesinin kökeni ve nereden doğduğuna dair net bilgiler bulunmamakla birlikte, farklı görüşler vardır. Bazı bilim adamları Soğd, Pehlevi veya Sami kaynaklı olduğunu düşünür. Bazı kesimler Göktürk alfabesini 'runik' yazısı kabul eder. Bir başka kesim ise Slav kökenli olduğunu iddia eder. Fakat alfabeyi incelediğimizde bu tezlerin çürüdüğünü görebiliriz. Zira alfabedeki harflerin tamga özelliği taşıması, harflerin hikayesinin olması ve en önemlisi Göktürkler'in günlük yaşantısında önemli yer edinen nesneler ile harfler arasında bağ kurulabilmesi, bu alfabenin Türkler tarafından yaratıldığını gösterir. Bunu anlamak için harflerin şekillerini incelemek yeterli. Mesela ok şeklinde bir harf var ve bu harf "ok-uk" şeklinde okunuyor. Bu gibi örnekler fazlasıyla mevcut. Harflerin çizimleri, şekilleri Türkler'in sosyo-kültürel hayatından ipuçları veriyor. Tüm bunları gözden geçirdiğimizde Göktürk alfabesinin 'devşirme' ve türemiş değil, öz kaynaklardan çıktığını anlarız.
Göktürk alfabesi ile yazılmış olan Göktürk (Yenisey, Orhun) Yazıtları'nın, Türk tarihi ve edebiyatı açısından önemi buradaki birkaç kelamla anlatılamayacak kadar büyük Her şeyden önce "Türk" adının geçtiği tarihteki ilk Türkçe metin. Bugünkü Moğolistan sınırları içinde bulunan Göktürk kitabelerinin, İ. Ö. olan döneme dair tek Türkçe yazılı kaynak özelliği taşıması, o dönemde yaşamış olan atalarımızın hayatları hakkında bilgi vermesi açısından büyük bir hazine. Sadece bunlarla sınırlı değil. Bu kitabeler, aynı zamanda Türk devlet adamlarının siyasi ve politik açıdan düşüncelerini, devlet kademelerinin işleyişini ve devlet-millet hesaplaşmasını ihtiva eder. Ve yine, askerlik sanatı ve savaş stratejilerinden bahsetmesi, bugün de dünya meselesi olan büyük güç Çin hakkında uyarılarda bulunması, elzem bilgiler öğrenmemizi sağlıyor.
Orhun kitabeleri tarihsel değerinin yanında edebi yönden de kıymetli bir eser. Türk edebiyatının ilk yazılı eseri. Nesir türünde yazılmış olan bu mezar taşlarında nutuk ve hitabet tarzı anlatım hakim. Dil oldukça yalın ve sade. Günümüz Türkçesiyle karşılaştırdığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz. Üslubun ise keskin ve net olduğunu söyleyebiliriz. Türk yazı dilinin ilk örneği olmasına rağmen cümle kurgusu, yapısı ve anlatım biçimi oldukça başarılı. Yazıların kitabelerin dört cephesine, yukarıdan aşağıya ve sağdan sola doğru işlendiğini görüyoruz.
Orhun kitabeleri üzerine bugüne dek birçok ilmi çalışma ve araştırma yapıldı. Bu çalışmaların birçoğunun Türk bilim insanları tarafından yapıldığını söylemek isterdim ama maalesef söyleyemiyorum. Bu kitabelerden ilk kez 12'nci yüzyılda tarihçi Cuveyni bahsetti. Daha sonra 1700'lerde Strahlenberg yayımladığı eserinde Orhun kitabelerini kaleme aldı. En büyük ve en önemli ilmi çalışmayı ise 1893'de Danimarkalı alim Thomsen Göktürk yazısını çözerek yaptı. Thomsen, bize tarihimizin en güzide mezar taşlarını hediye etti. Türkologlarımızın da çeşitli çalışmaları var. Türk dünyası, ortak bir araştırma ve çalışma grubu oluşturmalı. Belli bir program dahilinde mezar taşları üzerinde daha yoğun ilmi çalışmalar yapılabilir. Yüzlerce mezar taşından bahsediliyor. Yeni ürünler ortaya çıkabilir. O yüzden bu hazine iyi işlenmeli.
Göktürkçe üzerine yapılan çalışmalar bunlarla sınırlı kalmamalı. Öğrenilmeli ve öğretilmeli. Bu nasıl olacak? Basit bir yöntemi var. Zorunlu ya da seçmeli, nasıl olursa artık, MEB müfredatında yer almalı. Ayrı bir ders olarak olmasa bile en azından Türk edebiyatı dersinin yıllık programına dahil edilmeli. Her kuşak atasının dilini, kültürel değerlerini, sosyal hayatlarını bilmeli. "Atalarımızın mezar taşlarını okuyamıyoruz" diyenler, bu mezar taşlarını da okumak, öğrenmek için çaba sarfetmeli. Lakin Türk tarihi, sadece İslam'ın kabulünden günümüze kadar gelen zaman zarfını kapsamıyor. Tarihimizi kendimizce dönemlere ayırıp bir kısmını kenara atabilir miyiz? "Göktürkçe modern çağda ne işe yarayacak?" tarzı söylemlerde bulunanlar olabilir. Bu, oldukça sığ ve müptel bir eleştiri. Hem Osmanlıca hem de Göktürkçe bilen biri olarak söylüyorum; tarihinizi araştırın, okuyun, öğrenin. Din, dil, ırk ayırt etmeyin. Sonuç olarak 40 çeri ile Çin sarayına akın eden Kürşat'ın yazısını öğrenmek ve öğretmek en manevi hakkımız.
Evde kalmaya devam ettiğimiz bugünlerde sıkılmanıza engel olacak, ilginizi çekecek, sinemayla edebiyatı harmanlayan filmleri derledim dostlar. Yazar ve şairlerin hayatını konu edinen bu filmler sizlere gün ışığı olacak. İşte seçtiğim 9 film.
Geçen yüzyılın en zeki kadını olarak adlandırılan yazar ve filozof Iris Murdoch'un öğrenciyken tanıştığı ve ölene dek hiç ayrılmayacağı eşi John Bayley ile yaşadığı büyük aşkı ve aradan geçen 40 yıl içinde yazarın Alzheimer hastalığına yakalanmasından sonra yaşanan olayları geri dönüşlerle anlatan dram türünde film. 1997'de Alzheimer hastalığı nedeniyle vefat eden Murdoch, bu hastalığı için "Çok kötü, sessiz ve karanlık bir yerde kalmak" tanımı yapmıştı.
'Aşkın Son Mevsimi' adıyla Türkçeye uyarlanan bu filmde, dünyaca ünlü Rus yazar Leo Tolstoy'un hayatı anlatılıyor. Tolstoy ile 48 yıllık eşi Sofya arasındaki karmaşık aşkın son yılındaki gelişmelerini izliyoruz.
Charles Dickens'in kariyerinin zirvesindeyken tanıştığı Nelly Ternan ile yaşadığı yasak aşkı konu alan bu filmde Dickens'ı Ralph Fiennes canlandırıyor. Ünlü yazara büyük aşkla bağlı olan kadın, Dickens'ın ölümüne kadar onun görünmeyen yanı olarak kalır...
İngiliz şair John Keats ile ilham perisi Fanny Brawne arasında yaşanan aşkı anlatan bu film, ilk bakışta üstat şairin hayat hikayesini anlatıyor gibi gözükse de ilerledikçe başkarakterin Fanny Brawne olduğunu anlıyoruz.
Dünyada salgın haline gelen corona virüs ekonomik, sosyolojik, psikolojik vb. birçok açıdan hayatımızı etkiledi. Peki ilişkilerimiz ne durumda? Evliler, beraber yaşayanlar, uzakta olan sevgililer, askerde sevdalısı bulunanlar, dünya evine girme arifesinde olanlar... Herkes bir şekilde nasibini alıyor, alacak.
Hayatımızın temel taşları yerinden oynuyor. Yaşam şartlarımız, koşullarımız, geleneklerimiz, hobilerimiz ve alışkanlıklarımız bir süzgeçten geçiyor ve mutasyona uğruyor. Günlük ihtiyaçlarımızın zamanı, süresi bile değişti. Alışkanlıklar yer değiştirdi. Evde olduğumuz zamanlardaki yaptığımız aktiviteler gelişti.
Yaklaşık bir aydır, 24 saat boyunca sadece aile fertlerinin&sevgilimizin yüzüne bakıyoruz. Bu gayet normal değil mi? Öyle değil maalesef. Özellikle de bazıları için.
Şöyle düşünün; yıllardır çalışan, bir ay öncesine kadar sadece akşam saatlerinde birbirine vakit ayırabilen eşler, şimdilerde bu alışkanlıklarından çok uzakta bir hayat sürdürmekte. Günlük vakit geçirdikleri çalışma ortamı, koşullar, hatta gün içerisinde telefonla kurdukları iletişim son bulmuş durumda. Dolayısıyla ilk zamanlarda şaşkın bir tavır oluyor.
Bu yaşam tarzının devam etmesi ve sürecin uzaması halinde evdeki hayat tarzımız hasara uğrayacak ve daha büyük reformlar gerçekleşecek. Nitekim bir yandan ekonomik sıkıntılar ile boğuşmak, geçim derdini düşünmek, bir yandan evdeki vakit bolluğundan kaynaklanan sıkılmalar; stresli, agresif ve fevri davranışlara yol açar. Bu agresif davranışlar ve gergin haller zamanla ilişkilere de yansır. Çiftler arasında küçük sebeplerden problemler başlar, atışmaların dozu artar. Sorunlar; kavgalara, ayrılmalara varacak dereceye ulaşır. Bunları önlemek için ortaya çıkması muhtemel problemleri öncesinden tespit edip hiç başlamadan bitirin. İletişim kanallarınızı geliştirin. Daha sağlıklı iletişim kurmaya özen gösterin.
Uzun süredir evli olup kendilerine fazla vakit ayıramayan eşler bu süreci avantaja çevirebilir. Malum birbirine fazla vakit ayıramamak şikayetinden vazgeçerler. Devamlı ertelediğiniz, yapamadığınız etkinliklerinize artık evde bolca vakit ayırın.
Yaşadığımız evren zor, sıkıcı ve yorucu bir süreçten geçiyor. Bu döneme özel bazı etkinlik, akım, kampanya vb yapılıyor. Malum 'evde kal' çağrıları lafta kalmasın diye... Peki evde ne, neler yapabiliriz?
Öncelikle farkında olmalıyız ki, en önemli terapi, kendimizdir. Bu zamanlarda aktif, zevkli, haz alarak yaşamaya devam etmek için dergi, gazete, kitap okumak büyük bir lütuf. Okumanın birçok terapötik yöntemleri var. Sağlıklı kalmamıza yardımcı olduğu gibi ruhumuzu da doyurur. Yeni ufuklar açar. Zihnimiz başka düşünceler kazanır. Farklı fikirler misafir olmaktan çıkar. Beynimizin 'zula' tekniği gelişir. 'Kendini gerçekleştiren insan' yolunda aşama kat edilir.
Okumaya kitaplığınızın köhne raflarında kalmış, el değmemiş, yenilik kokan kitaplarınızdan başlayın. 'Parazit şair' Brondsky'in dediği gibi, "Kitapları okumamak, onları yakmaktan daha büyük bir suçtur." Kitapların sıralı asker gibi durması size sadece görsel zenginlik katar. Bitiremediğiniz, yarıda bıraktığınız eserlere muhakkak öncelik tanıyın. Kendinize bir şans daha verin.
Sürekli evde okumak sıkıcı gelebilir. Bu yüzden okuma saatinizi, süresini, koşullarını, ortamını mütemadiyen değiştirin. Öyle ya; hep aynı ortam, algınızın zenginliğini engeller. Mesela bu sabah uyandınız. Kalktıktan 15 dk sonra 1 saat boyunca okuyun. Kahvaltı öncesi iyi bir zihin sporu olur. Akşam saatlerinde tuvalette, kurgusal, karmaşık olay örgüsüne sahip eserler okuyun. Gece vakti ise terasta, mehtabın gölgesinde verin kendinizi. Satırları analiz edin. Evinizde kendinize göre, uygun ortam ve koşul oluşturun.
Eğer hiçbir şey tatmin etmiyorsa sizi, o halde bir şey daha var yapabileceğiniz... Bazılarının dediği gibi: "Dm'den yürüyebildiğiniz kadar insana yürüyün!"