Önce bilgi çağının nimetlerinden faydalandık. Bilgiye artık ekmek ve sudan daha kolay ulaşıyoruz (ulaştığımızı zannediyoruz da neyse!). Onun için artık bilgiye erişim mücadelesi yok. Onun yerine bilgiyi en iyi şekilde bükmenin, manipüle etmenin rekabeti var. O nedenle şu an içinde olduğumuz döneme ‘post-truth’ (hakikat ötesi) çağı deniyor. Yani artık gerçeklerin, ‘algılar’ ve duyguların gölgesinde kaybolduğu bir çağdayız. Dolayısıyla hikaye anlatıcılarının sesini daha çok duyuyoruz.
Türkiye’nin menajerlik dünyasında patlak veren son tartışma, tam da bunu kanıtlıyor. Bir yanda tekelleşme iddiaları, bir yanda magazinel iftiralar, basitlik, skandal ve ucuzluklarla örülü kurgu hikayeler... Aslında amaç sektörün güç dengesine dair tartışma yaratmaktı. Ve bu sorun, -maalesef- magazinel iddialar sayesinde dikkat çekti. Bir şekilde tartışma başladı. Ama bu kez de sektörün dominiçeleri*, tartışmayı bu magazinel iddialar zeminine taşımaya çalıştı. Konu birden ‘kadına şiddet’ eksenine çekilmek istendi. Çünkü post-truth çağında, gerçeklerin geri plana atılması ve algının yönünün değiştirilmesi için ‘duygusal bir kartın’ sahneye sürülmesi genellikle çalışır!
HİKAYELER GERÇEKLERDEN BÜYÜKTÜR
Ama bu hamle, kamuoyu sağduyusuyla püskürtüldü ve bunu yapanlar kadına şiddet sorununu bulandırdıkları için bir kez daha ayıplandı. Türkiye’deki bu tartışma, aslında dünya çapındaki menajerlik sistemlerinde yaşanan güç oyunlarının bir yansıması. Hollywood’da Creative Artists Agency (CAA) ve William Morris Endeavor (WME) gibi dev ajanslar, sık sık sektörü tekelleştirmekle suçlanıyor. Bu ajanslar, ‘paketleme’ adı verilen stratejilerle projelerdeki yönetmen, oyuncu ve senaristleri aynı çatı altında toplayarak stüdyolara ‘ya hep ya hiç’ teklifleri götürüyor. Türkiye’deki tartışmada da benzer bir dinamik var: Büyük ajanslar en güçlü oyuncuları kontrol ederken bağımsız yapımcılar ve küçük ajanslar sistemin dışına itiliyor. Ama bu yapısal sorun, duygusal bir magazin tartışmasının içinde kaybolma riski taşıyor. Bizler henüz, dikkatle yaratılmış bir hikayeyi izliyor ve gerçeği bilmiyoruz. Sanırım hepimiz, bu çağda var olabilmek için gerçekleri anlatırken hikaye yaratmayı öğrenmeliyiz. Çünkü insanlar artık sadece hikayeleri dinliyor, gerçekleri değil. Zira gerçekler her zaman sessizdir ve kazananı hikayenin gücü belirler. * Dominiçe: Uydurduğum bir kelime. Domine etmek ve kraliçe kelimelerinden türettim.
Milyon dolarlık Kendall Jenner’ı
TEK KURUŞ ÖDEMEDEN BAĞLAMAK
Aslında dünyanızı değiştirmek için her zaman milyon dolarlara değil, dahiyane bir plana ihtiyacınız olur. Avustralyalı bikini markası Triangl, bunu hepimize öğretti. Hikaye basit. 2012’de genç ünlülere bikiniler gönderiyorlar. Hiçbir şey beklemeden. Beyaz kumlar ve turkuaz denizler arka planında paylaşımlar başlıyor, markayı etiketliyorlar. Bu kez hedef büyüyor: Global bir ikon yaratmak. Sonraki adım, Kendall Jenner gibi bir yıldızın gücünü kullanmak. Ama milyon dolarlık bütçe yok. Çözüm? Doğrudan Kendall’a gitmek yerine, Hailey Bieber ve Bella Hadid gibi (o dönem pek tanınmayan) arkadaşlarına bikiniler gönderiyorlar. Bir sabah Kendall’dan efsane bir e-mail geliyor: “Selam! Arkadaşlarıma bikinilerinizden geldi, ben de denemek isterim.” İşte o an, 60 milyon dolarlık marka değeri yaratılıyor. Ama asıl ders burada başlıyor: Strateji. Triangl, doğru insanlara ulaşıp doğru hikayeyi anlatarak büyüdü. Bugün birçok marka dev bütçelerle lansmanlar yapıyor, ama strateji yerine ‘kankacılık’ oynuyor. Sadece yüksek takipçili hesaplara bel bağlıyor, kitlelerine uygun olmayan yüzlerle ilerliyorlar. Geriye çöp olan yatırımlar ve kısa ömürlü markalar kalıyor. Başarıyı kankacılıkla inşa etmeye çalışırsanız, dostlarınız sizi sever ama kimse hikayenizi dinlemez. Hikayeyi doğru kişilere doğru şekilde anlatmak ve medya profesyonellerinin gücünü doğru kullanmak gerek. Çünkü gerçek strateji, sonsuza dek hatırlanır.
YANGINDA NEYİ KURTARMAK İSTERDİNİZ?
Los Angeles’taki yangında evlerini kaybeden insanlar en çok yitirdikleri anılarına üzülüyor. Depremlerde, Gazze’de evlerini kaybedenler gibi… Her felaket sonrasında bunu düşünüyorum. İnsanın hatıralarından değerli neyi olabilir ki hayatta? En büyük servet bu. Şahsiyet dizisinden aklıma kazınan o repliği anımsıyorum. Usta Haluk Bilginer’in oynadığı Agah Beyoğlu karakterinin “...ama er geç, ben de unutacağım, değil mi? Bütün hatıralarım silinip gidecek. Peki ben ne olacağım? Telefon numaraları bir şey değil de. Benim şahsiyetim ne olacak?” repliği... Hatıraların silinmesi şahsiyetin silinmesi gibi büyük bir acı.