Fark ettim ki Dünya Halleri köşesine başladığımdan bu yana her yıl Dünya Mutluluk Raporu’nu irdeliyorum. Bu yıl da ödevime çalıştım. 2025 raporu gösteriyor ki dünya yeni bir ‘zenginlik’ tanımı yapıyor. Artık bu tanım, banka hesaplarıyla değil, ‘kalplerle’ ölçülüyor. Kalp deyince kulağa ‘aşko kuşko’ tınılamış olabilir. Nedir hikmeti ‘yeni’ zenginliğin? 2025 raporunun veri analistleri ilk kez farklı bir dinamiği inceledi. ‘Yardımsever’ davranışların refah ve mutluluk seviyelerimiz üzerindeki etkisini. Başkalarının iyiliğine olan inancın, insanların mutluluğuyla şimdiye kadar sandıklarından en az iki kat daha yakından bağlantılı olduğunu tespit ettiler. Eğer başkasının iyilik potansiyeline o kadar da inanmıyorsan buna ‘empati boşluğu’ deniyormuş. Bu boşluk arttıkça, mutluluk düşüyormuş. Dünya hızla değişiyor. Zaman dar, stres bol, rekabet keskin. İşte tüm bu tamaşanın içinde görünmeyen bir değer sessizce öne çıkıyor: Yardımseverlik. Yani insanlık. Dümdüz insan olmak. Yardımseverlik eylemlerini rapor üç kategoriye ayırıyor: para bağışı, gönüllülük ve bir yabancı için iyi bir şey yapmak. Buna göre dünya nüfusunun yüzde 70’i geçtiğimiz ay en az bir kez nazik bir davranışta bulunmuş.
MAAŞTAN DAHA DEĞERLİ
Bilimsel verilere göre bu duygu, artık ‘maaştan’ daha kıymetli! Üstelik bu sadece yardım edilen kişi için değil, yardım eden için de geçerli. Beyin ödül sistemimiz, başkası için bir şey yaptığımızda mutluluk hormonlarını daha fazla salgılıyor. Ve bu etki, zam ya da ikramiyeden daha uzun süreli oluyor. Yani biri size güven duyduğunda ya da başkası size destek olduğunda, beyin kimyanız daha kalıcı bir tatmin yaratıyor. Serotonin yükseliyor, kortizol düşüyor. Sekiz yıldır en mutlu ülke olan Finlandiya’nın çok da büyük bir sırrı yok. Düşürdüğün cüzdanın sana geri geleceğinden emin olduğun bir toplumda yaşama duygusuna en çok onlar sahip. Ve bu topluluk ve bağlantı duygusu, parayla ölçülebilen bir duygu değil. Nitekim Immanuel Kant’ın dediği gibi ‘ölçülebilir şeylere dayanan herhangi bir mutluluk her zaman eksik olacaktır.’ Finlandiya’nın gayri safi milli hasılasına bakınca düşünmeden edemiyor insan. Malum, ülkede kişi başına düşen ortalama hane halkı harcanabilir geliri yılda yaklaşık 34 bin dolar. Bu gelir, OECD ortalaması olan 30 bin 490 doların üzerinde... Bu mutluluk denkleminin en önemli paradoksu, insanların belli bir refah seviyesine eriştikten sonra mı bu ahlaki değerleri öncelik haline getirdiği yoksa bu ahlaki değerler öncelikli olduğu için mi refah içinde yaşayabildiği...
İYİLİK NEDEN ‘ARKADA’ DEĞİL, SAHADA YAPILMALI?
Ramazan’ın ilk haftasında Kalyon Vakfı’nın yaklaşık 700 bursiyeri için verdiği iftarında öğrendiğim bir şey zihnimde yer etti: NGF, yani beyinde salgılanan Nerve Growth Factor adlı sinir hücrelerini büyüten bir kimyasal. Bilinç ve Farkındalık Eğitmeni Serpil Doğan Kapucu, öğrencilere yaptığı motivasyon konuşması sırasında bahsetti. Serpil Hanım’ın ifadesiyle, bu hormon, sinir hücrelerini onaran ve aralarındaki iletişimi güçlendiren ve yaşla birlikte azalan bir etkiye sahip. Araştırmalara göre NGF, aşk döneminde de birkaç kat artıyor ve beyindeki hücreleri gençleştiriyor. Sadece aşk değil; karşılıksız iyilik yani yardımseverlik, hayırseverlik de bu hormonu harekete geçiriyor. Dahası, sadece yardım etmek değil bu tür faaliyetlerde bulunulan ortamlara şahitlik etmek bile yetiyor. Reyhan Kalyoncu’nun ‘İyilik Sahada, Bereket Sofrada’ mottosuyla düzenlediği iftar gibi ortamlar, tam olarak bu hormonal atmosferi yaşatıyor. Yani iyilik, hem ruhsal olarak hem de biyolojik olarak bizleri dönüştürüyor. Eskiden yapılan iyilikleri gizlemek gibi bir tutum vardı. Serpil Hanım, “İnsan, modelleme yöntemiyle öğrenen bir varlıktır. Neyi görürse onu model alır” diyor. Yani bunca kötülüğün marifet gibi sunulduğu bir çağda iyiliği görünür hale getirmek, sadece manevi değil, fiziksel sağlığımız için de anlamlı bir hizmet...
AMAÇ BULMAK NEDEN ÖNEMLİ?
Bugünün dünyasında her şey insanı rahatlatmak, eğlendirmek ve dikkatini dağıtmak üzerine kurulu. Ama bunun bir bedeli var. Tükettiğimiz şeylerin çoğu, gerçek tatmin değil; sadece ucuz birer ‘taklit.’ Ne, neyin taklidi? Karşıma çıkan harika bir analoji var: Pornografi, sahte temasın taklidi. Lüks, sahte doyumun. Fast food, sahte beslenmenin. Dijital yayıncılar, sahte eğlence ve dinlenmenin. Ünlüler, sahte ilhamın. Video oyunları, sahte başarıların. Sigara, sahte rahatlamanın... Kolay olan hiçbir şey ‘gerçek’ değildir. Kendini gelip geçici heveslerle uyuşturan bir kişi bu nedenle hiçbir zaman doyuma ulaşmış hissedemez.