Bu aralar yabancı basında ‘Tayyip Erdoğan Türkiye’si pek bir popüler. Time dergisinin ‘Erdoğan’ın Yolu’ kapağı ile Stern dergisinin ‘Turbodevlet Türkiye’ kapağı yarışıyor adeta. İki dergi de Türkiye’yi Tayyip Erdoğan liderliği üzerinden yorumlarken, Arap dünyasındaki model-ülke konumumuza, ekonomimizin giderek büyümesine, bölgesel güç haline gelmemizdeki unsurlara vurgu yapıyorlar. Time biraz daha ‘dikkatli’ bir dil kullanmayı tercih ederken, Stern, bizi yerlere göklere sığdıramıyor ve hazır eli değmişken bir de Yunanistan’a ‘Bu da size kapak olsun!’ tadında bir gönderme yapıyor: ‘Demokrasinin beşiği olduğu için gözü kapalı AB’ye kabul edilen Yunanistan şimdi iflasın eşiğindeyken, Müslüman ve geri kalmış bir ülke diye birliğe üye bile olamayan Türkiye şimdi bir süper güç!’
Zaman Gazetesi’nden edindiği fotoğrafları da Türkiye’ye ayırdığı 18 sayfanın içinde kullanan Stern, Türkiye’de dindarlara bir zamanlar Amerika’nın zencilere davrandığı gibi davranıldığını, her fırsatta aşağılandıklarını ama Başbakan Erdoğan sayesinde kendilerine güvenlerinin geldiğini ve zengin olduklarını ifade eden görüşlere de yer vermekle kalmıyor, yazının temelini de bu görüşler üzerine oturtuyor.
Ne gecekonduların yerini alan TOKİ’lerimiz, gökleri delen gökdelenlerimiz, dev AVM’lerimiz ve şaşaalı otellerimiz kalıyor anlatılmadık ne de zenginleşen Müslüman kesimin Swarovski taşlar ve altın yaldızlarla, saraylar gibi ev döşemeye olan merakı. Ezcümle, Stern diyor ki, mucize ülke Türkiye, bu mucizenin mimarı Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde başarıdan başarıya koşuyor, parıl parıl parlıyor! Bize de ‘Şanımız yürüsün!’ demekten başka bir şey düşmüyor...
‘Çocuk gelinler’ bahane, reklam şahane
Bir kitap yazmış Esra Erol. Hani şu meşhur izdivaç programı sunucusu. Gözü kör eden ‘aşk’ın gözünü bir nebze açmak için yazmış bu kitabı kendi ifadesiyle. “Çocuk gelinler, ablalarının teyzelerinin hatalarını tekrarlamasınlar istiyorum” demiş ve ‘Kara Duvak’ koymuş kitabının adını. Kitabının tanıtımıyla ilgili verdiği bir röportajda ‘çocuk gelinler’ konusunda hassas biri olduğunu ve kadına her türlü şiddetin karşısında durduğunu belirtmiş. Ancak her nasılsa bu birkaç cümleyi sarf ettikten sonra röportaj ‘sosyal sorumluluk’ çizgisinden çıkıvermiş ve Esra Erol’un kendini anlatıp övdüğü bir reklam malzemesine dönüşmüş.
İşte efendim 22 yaşındayken bir adama aşık olmuş, hala aşkını sürdürüyormuş, bu adamla evlenmiş, çocuk doğurmuş, ama tüm bunlarla birlikte yürüyen bir de ‘Esra’ varmış. Özgüvenini, egosunu doyurduğu, kendini tatmin ettiği ve var olduğunu ispatladığı bir alanı varmış. Her zaman çalışma hayatı olan, gelecekle ilgili kendi fikir ve görüşleri olan biriymiş. Ama işte bir kadının elinde sadece aşkı varsa ve hayatını bir adama bağlıyorsa, yıkım orada başlıyormuş... Hem kendini uzun uzun anlatmış hem de aşk, evlilik, ilişki konularında bayağı bir ahkam kesmiş Erol. ‘Çocuk gelinler’miş, ‘kadına şiddet’miş, ‘sosyal sorumluluk’muş, tam anlamıyla ‘hikaye’ olmuş... Nasıl derler? ‘Sosyal meselelere duyarlılık’ bahane, kendi kendinin reklamını yapmak ‘şahane’ymiş...
Gizli Anların Yolcusu’na dair
İlk bölümlerinde birkaç yerde tereddüt ettim kitaba devam edip etmeme konusunda. Ayşe Kulin’in bir erkeğin iç dünyasından yazdığı izlenimleri gerçekçi bulamadım. Baş karakter İlhami’nin ‘...LV ve Hermes çantaların yokluğu dikkatimi çekti... Biz bir gece davetindeydik ve bu yüzden çoğu Chanel marka, portföy çantalar serpiştirilmişti’ diye düşünebilmesi gerçekçi gelmedi bana. Bir erkek -eğer moda sektöründe değilse-nereden bilirdi bunca çanta markasını ve ‘portföy çanta’ tanımlamasını? Yine İlhami’nin, bir kadının kılığını betimlerken kullandığı ‘tüvit etek’ ifadesi de garibime gitti. ‘Hangi erkek bilir ki tüvit eteği?’ diye düşündüm. Bunların dışında, çoğu Türk romancısında gördüğümüz ‘yazarın kendi fikirlerini roman karakterleri aracılığıyla empoze etmesi’ durumu bu romanda da vardı, ki bu da rahatsız ediciydi. Yazarların kendi dünya görüşlerini bu denli aşikar bir şekilde karakterlerine söylettirmeleri romandan alınan keyfi azaltıyor çünkü.
Bütün bunlar bir tarafa, ‘Gizli Anların Yolcusu’, tıpkı diğer Ayşe Kulin romanları gibi oldukça sürükleyici. Özellikle de romanın temelini oluşturan ilişkinin başladığı kısımdan itibaren, romanı elinizden bırakamıyor, ‘İlhami’yi ve içinde bulunduğu ‘sarmal’ı kuvvetli bir şekilde hissetmeye, hatta ‘yaşamaya’ başlıyorsunuz. Bir ‘aşk’ romanından daha fazlası ‘Gizli Anların Yolcusu’... Bir ‘psikolojik’ roman. ‘İnsana dair’ tüm zayıflıkları, utançları, tutkuları, korkuları, pişmanlıkları öyle ‘canlı’ hissettiriyor ki size, tüm iniş çıkışları bir bir yaşıyorsunuz. Bir romanda ‘kaybolma’ duygusunu özleyenlere ‘özellikle’ tavsiye edilir.
Haftanın notları
- Şarkıcı Alişan katıldığı bir televizyon programında kendisine büyü yapıldığını belirterek ‘Ne zaman mutlu olsam evimde garip olaylar oluyor. Duvarda İbranice yazılar çıkıyor. Deterjanla siliyorum, sonra yine çıkıyor’ demiş ve Demet Akalın’ın da bu yazılara şahit olduğunu ifade ederek kötülüklerden korunmak için muska taşımaya başladığını söylemiş. (Sır Perdesi, Üçüncü Göz tadında konuların da modası geçmişti ama, vardır Alişan’ın bir bildiği... Bir zamanlar Aynalı Tahir dizisiyle ‘Erkekliğin Kitabı’nı yazan Alişan, şimdilerde büyü, muska vs. olaylarına girdiyse, ya bir sabah programından teklif falan bekliyordur, ya da şarkı-türkü ile gündeme gelemeyeceğini fark edip kendini hatırlatmanın yollarını arıyordur).
- Zabıt Katipliği sınavında adaylara ‘Bülent Ersoy ne zaman kadın olmuştur? Örümcek Adam’ın annesinin adı nedir? Ulubatlı Hasan kaç ok yemiştir? Penguenlerin dişleri var mıdır?’ gibi sorular sorulmasını eleştiren bir milletvekili, Adalet Bakanı tarafından cevaplandırılması istemiyle TBMM’ye bir soru önergesi vermiş. (Eh, jüri üyeleri ne yapsın? Herhalde baktılar ki, onlar mülakatta ne sorarsa sorsun, sonuçları etkileyemiyorlar, bu şekilde bir protesto yoluna gitmişler. Hem yaratıcı hem komik! Yoksa trajikomik mi demeliydik?)
(27.11.2011 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır.)