Zihnimiz, ruhumuz bir noktada iyileşir; acılar azalır, hatıralar yavaşça silinir. İnsanız, her şey mümkün. Hafızamız da bir o kadar kötü... Fakat gerçek kurtuluş, bu süreçte yeni bir yol açmaktan geçer. Bir kapı kapanırken, arkasında başka bir kapının açıldığını görebilmek için, geçmişin kapanan kapısına bakmamak gerekir.
İleriye bakmak, sadece kişisel değil, toplumsal açıdan da önemlidir. Geçmişin öfkesine ve kırgınlıklarına takılmak, gelişmeyi engeller.
Bu, geçmişin hatalarından ders almak, ama o hataların gölgesinde yaşamamak olarak nitelendirilebilir. Bence her birey ve her toplum, geçmişin yüklerinden arındıkça ışıl ışıl bir geleceğe sahip olabilir.
Küllerinden doğmak, dışarıdan bakıldığında belki de en zor en imkansız görünen şey gibi gözükebilir. Ama içsel gücünü fark ettiğinde, o küllerin içinde bile bir yaşam ışığı olduğunu görebilirsin. Gerçek dönüşüm, bu ışığı fark edebilmekte yatar.
Yıkıldığında, her şeyin bitmiş gibi hissetmen doğaldır. Bir zamanlar seni var kılan şeyler, birer yıkıntıya dönüşmüş gibi gelir. Ama her küllerin ardında, seni yeniden inşa edebilecek bir güç vardır. Bu güç, senin ruhunun derinliklerinden gelir ve ona sahip olduğunda, hiçbir karanlık senin yolunu kesemez. Küllerinden doğmak, dışarıdan gelen bir yardım ya da teselliyle değil, kendi içindeki cesaret ve kararlılıkla gerçekleşir.
Acı, her ne kadar büyütülse de bir yandan da insanı şekillendirir. O acıların içinden yeniden doğmak bir nevi ruhunu yeniden keşfetmek demektir. Bir zamanlar kaybolmuş hissedebilirsin ama gerçekten kaybolmuş değilsin. Kendini böyle hissettiğinde kaybolmadığını sıklıkla hatırlatmanı diliyorum.
Kendi içindeki gücü ve direnci bulduğunda, hayatın en zor anları bile seni yeniden güçlü kılabilir. Bence zaten küllerinden doğmak tam olarak bunu ifade eder. O yüzden hatırlamalısın ki senin ellerindedir yeniden doğmak, senin içindedir ve her zaman bir umut ışığı vardır.
Her bir kalp atışı, bir hikayeyi içerir. Bir aşkla, bir kayıpla, belki de yıllarca biriktirilmiş bir hüzünle ortaya çıkar bu kırıklar. Kalbinizdeki bu kırıklıklar bir nevi fiziksel bir bozukluk olmanın ötesinde, bir içsel dengeleme ihtiyacının yansıması niteliği de taşır. Ama ne yazık ki bu kırıklıkları görmezden gelmek, her geçen gün derinleşen bir yaraya sahip olmanıza neden olur. Çünkü yaraları görmezden gelmek yaranın varlığını ortadan kaldırmaz. Kanamaya ve sızlamaya devam eder.
Bazen, iyileşmek için en önce içindeki kırıklığı kabullenmek önemlidir. Kalp, her zaman ne kadar güçlü olursa olsun, kırılabilir. Bu kırgınlığı kabul etmek iyileşmenin en kolay yoludur. İlaçlar, bu kırıklığı onarabilir belki ama gerçek iyileşme; doğru adımlar atılmadan, yaşam tarzını değiştirmeden belki de ruhsal bir yenilenme yaşanmadan gerçekleşmez. Her bir yenilenme, binlerce ilaçtan daha etkilidir belki de...
Yavaşlamak, acele etmemek, her şeyin mükemmel olmasına gerek olmadığını anlamak... İşte, kalp kırklıklarının ilacında bu kadar önemli bir rol oynayan unsurlar olarak görülebilir. Kişinin stresini yönetmesi, belki de yıllardır biriktirdiği sıkıntılarla yüzleşmesi, kalbinin düzelmesine yardımcı olabilir. Sen de yenilendiğinde, kalbinin de iyileşmeye başladığını göreceksin.
İnsan yaratılırken içindeki sevgiyle yaratılır gibi bir inanca sahiptim. Bir şeye duyulan sevgi. Ne kadar farklı geliyor kulağa. Anneye olan sevgi, ilahi bir sevgi, ait olunan yere olan sevgi. Her biri bir sevgiyi içinde taşırken doğduğunu gösteriyor. Sonrasında aslında içimizde olmayan pek çok sevgiyle yoğruluyoruz.
Bazılarından vazgeçmek istesek de vazgeçemiyoruz. Kimi sevgi bize dünyayı dolaştırıyor da bir noktada bırakamıyoruz. Bunları düşünmek insana bazı zamanlarda bir yerden atlarcasına heyecan verici geliyor.
Bazı zamanlarda ise heyecandan ziyade sonunda büyük bir yıkımın olduğunu hissettiriyor. Aslında bakarsak gerçekten çok garip hissettiriyor.
Neyi seviyoruz?
Bize benzer olanları mı bizden farklı olanları mı? Hangilerinin sevgisi içimizde doğuştan vardı hangileri sonradan ekildi? Ben kendime bakınca sevgilerimin ne kadar farklı olduğunu görüyorum.
Gerçekten dur durak bilmeyen bir sevgiyle yaşıyor gibi hissediyorum. Kiminin üstünü çok sıkı bir şekilde örtüyorum. Kimini ilelebet yaşatacağımı biliyorum.
Günün köşe yazısı konusuna bugün sabah mutfağı toparlarken dedemi ne kadar çok özlediğimi fark ettiğimde karar verdim. Dedim ki evet Sinem, bugün özlem, ölüm ve yas hakkında konuşman gerekiyor.
Özlem, ölüm ve yas. Birbirini tamamlayan bir üçlü gibi geliyor bana çoğu zaman. Birinin yüzü çok soğuk diğeri sıcak diğeri ise ılık. Birine dokunduğumda kendim dahil yanakacakmış gibi hissediyorum. Diğer içimi soğutuyor bir diğeri ise ne yere ne de göğe sığmamı sağlıyor.
Birinin varlığını bilmek ve nerede olursa olsun nefes aldığının bilincinde olmak insana yaşadığını hissettiriyor. Uzakta da olsa iyi olduğunu biliyorsun ve o insanı hiçbir zaman kaybetmeyecekmiş gibi yaşayabiliyorsun. Ona dair anıları gün içinde sık sık hatırlamıyorsun. Sesini duymak bile yeterli geliyor çoğu zaman yüzünü göremiyorsan. Kaybının ise seni hiç yaralamayacağını düşünüyorsun. En azından ben böyle düşünüyordum.
Ta ki dedemi kaybedene kadar bu durum böyleydi.
Kaybın her türlüsünün zor olduğunu biliyordum ama bir insanın dünyadan tamamen kopuşuyla yüzleşmek gerçekten ağır geldi.
İçimde hiçbir zaman kapanmayacak bir yara varmış da her gün kanıyormuş gibi hissettim ama bilirsiniz ki her zaman kanayandan daha fazla kanayan birileri vardır. İnsana zor anlarda bir güç yükleniyor. Bana da o an bir güç yüklendi ama size şunu söylemek istiyorum. Çokça sevdiğim bir şarkıdan alıntı yaparak ‘Her acı zamanla geçmez, her giden mutlaka dönmez.’
Acılarımızla yaşamalı yaşam boyu birçok yası tutmayı öğrenmeliyiz.
Alışkanlık insanın başına her durumda geliyor. Bir duruma, insana, günlük yaşantıya alışabiliriz. Çünkü bilirsiniz ki insanoğlu kendini her koşula uygun hale getirebiliyor ve üzerinden biraz zaman geçtiğinde her şey olağan akışındaymış gibi oluyor. Fakat bazı alışkanlıklar insana zarar veriyor.
Tıpkı ilişkiler gibi...
İlişkiler; ilk heyecanı, neşesini ve mutluluğunu kaybettiğinde zamanla toksik bir alışkanlığa dönüşebiliyor. İki tarafın da birbirini yiyip bitirdiği, her gün kavga ve gürültülerin meydana geldiği o tanıdık his.
Bu his, zaman içerisinde sevgiyle harmanlanıyor gibi görülse de sevgiyi yiyip bitiren bir canava dönüşüyor. Günden güne çürütüyor ve her birimiz sevgilerimizin aslında toksik bağlara dolanmış alışkanlıklar olduğunu göremez hale geliyoruz.
Bu size de tanıdık geldi mi?
Eğer sizler de toksik ve size zarar veren ilişkilerin içindeyseniz, kaybetmeye kınamayacağınız bir sevgiyi büyütmeye çalışıyorsanız bunun bir alışkanlıktan ibaret olup olmadığına bakabilirsiniz.
Sevgi zannedip büyütmeye çalıştığınız ancak size zarar veren o his sadece bir alışkanlıksa, unutmayın ki insanlar her şeye kolaylıkla alışabiliyor. Sizler de size zarar vermeyecek, sağlıklı ve güvenilir alışkanlıklar edinebilirsiniz.
Anksiyetenin etkileri, sadece zihinsel değil, fiziksel açıdan da hissedilir. Vücutta ortaya çıkan gerginlik, hızlı kalp atışı, terleme ve titreme gibi semptomlar, bu durumun bedensel yansımalarıdır. Bu köşe yazısında anksiyeteye dair pek çok bilgiye ulaşacaksınız...
ANKSİYETE BELİRTİLERİ NELERDİR?
Anksiyeteyi deneyimleyen bir kişi, çoğu zaman normalden daha fazla endişe ve korku hissi yaşar. Bu durum, kişiyi hem zihinsel hem de fiziksel olarak etkileyebilir. En yaygın belirtiler arasında, sürekli kaygı hali, dikkat dağınıklığı, huzursuzluk, uyku sorunları ve aşırı düşünme sayılabilir. Kişinin günlük yaşamına müdahale eden bu belirtiler, zamanla daha karmaşık hale gelebilir. Bu nedenle, anksiyete yaşayan bireylerin, yaşadıkları semptomları anlaması ve bu konuda profesyonel yardım alması büyük önem taşır.
Fiziksel belirtiler de genellikle anksiyeteyle ilişkilidir. Baş ağrıları, mide bulantısı, terleme, titreme, çarpıntı ve kas gerilmesi gibi semptomlar, anksiyeteyi fizyolojik açıdan gösteren işaretlerdir. Bu tür belirtiler, kişiyi ciddi şekilde zorlayabilir ve yaşam kalitesini etkileyebilir.
Nefes darlığı ve baş dönmesi gibi semptomlar, anksiyeteyi daha da yoğun bir hale getirebilir. Kişinin bedeninde bu tür değişiklikler, ruhsal durumun yansıması olarak ortaya çıkabilir ve bu belirtiler, tedavi edilmediği takdirde daha da şiddetli hale gelebilir.
ANKSİYETEYE NEDEN OLAN TETİKLEYİCİLER NELERDİR?
Anksiyeteyi tetikleyen faktörler, kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Genel olarak, stresli yaşam olayları, kişisel travmalar veya genetik yatkınlıklar, anksiyetenin gelişmesine zemin hazırlayabilir. Özellikle büyük yaşam değişiklikleri, iş kaybı, boşanma veya sevilen birinin kaybı gibi durumlar, bir kişinin ruh halini olumsuz yönde etkileyebilir. Bu tür olaylar, kişiyi belirsizlik ve kontrol kaybı hissine itebilir, bu da anksiyeteyi tetikleyebilir.
Sosyal etkileşimler de anksiyetenin bir başka önemli tetikleyicisidir. Sosyal kaygı bozukluğu yaşayan bireyler, kalabalık ortamlarda veya başkalarının önünde kendilerini huzursuz hissedebilirler.
Peki, emeklilikte yaşa takılanlar kimlerdir ve bu düzenleme ne gibi değişiklikler getirmiştir?
EMEKLİLİKTE YAŞA TAKILMAK NEDİR?
Emeklilikte yaşa takılanlar, Türkiye'de 1999 yılında yapılan sigorta reformuyla gündeme gelmeye başlamıştır. Bu adım ile emekli olabilmek için gerekli olan prim gün sayısı arttırılırken, aynı zamanda yaş haddine de önemli bir yükseltilme yapılmıştı. Bu değişiklik, o dönemde sigortalı olarak çalışmaya başlayanları doğrudan etkiledi. Örneğin, 1999 öncesi sigortalı olanlar, belirli bir prim gün sayısını tamamlamalarına rağmen, emeklilik için belirlenen yaşa takıldılar..
EYT, 2023 yılında hükümetin gündemine tekrar alındı ve önemli bir reform gerçekleştirildi. Emeklilikte yaşa takılanlar için yapılan düzenlemeyle, 1999 sonrası sigortalı olan kişiler için yaş sınırı kaldırıldı ve prim gün sayısını tamamlayanlar emekli olma hakkı kazandı. Bu değişiklik, özellikle 1999 sonrası çalışmaya başlayan ancak yaş haddine takılan birçok vatandaşın beklentilerini karşıladı.
EYT düzenlemesiyle birlikte, sigortalılık süresi ve prim günü şartlarını yerine getirenler artık emeklilik için başvuru yapabiliyorlar.