İnsan, bildiği acıyı, tanıdığı işi, çocukluktan beri yapamadıklarını bilmediği bir mutluluğa tercih edebiliyor. Çünkü en azından o acının sınırları hakkında fikir sahibi oluyoruz, nereye kadar kanatabileceğini biliyoruz. Ama mutluluğun ne getireceğini ve değişimin bizi dünyanın hangi noktasına götüreceğini bilmiyoruz. Bazen de başaramamaktan korkup yeniyi istemiyormuş gibi yapıyoruz. Bu da bambaşka hisler uyandırıyor insanın içinde.
Bir düşün diyorum kendime en son ne zaman gerçekten kendine bakıp korkularının, endişe ve kaygılarının kulağına neler fısıladığını dinledin? Belki de yaşadıkların, korkuların ve endişelerin sana orta yoldan değil sağdan ya da soldan yürümeni söylüyor ama sen ısrarla bildiğin yolu tercih ediyorsun. Sonunu da biliyorsun başında ya da ortasında karşılaşacağın tehlikelerin de farkındasın ama ısrarla neden o yolu yürüyorsun diyorum.
Hayatta en zor şeylerden biri, korkularımızı kabul edip onları görmezden gelmemek. Ama işin zor kısmı da tam da bu noktada yatıyor: Kaçtığımız her şey, yok saydıklarımız ve bastırdıklarımız daha sonra önümüze daha büyük bir engel olarak çıkıyor. Çünkü ardımızda bıraktığımız ama orada olduklarını teyit etmekten de kendimizi alıkoyamadığımız her şey bambaşka bir kılıkla tekrar karşımıza diliyor.
Sinem diyorum. Ve bunu köşe yazısını eseri okuyan sen, korkularına kulak ver. Üstünü kat kat örttüğün her bir duygu bambaşka bir şekilde karşına dikiliyor.
Korktularının seni korumaya çalışan tarafına kulak ver.
Korkularımızın arkasında ne var? Yeni halimiz mi, kaçtıklarımız mı, kaçar diye elimizde tutmak istediklerimiz mi yoksa eski halimizden eser kalmadığını görmek mi?
Bu sorunun cevabını kendine verdiğinde bazı şeyleri çözmüş olmanı diliyorum.