Bilmeyen var mı? Muskat; bir tür Hint cevizi ama daha küçüğü. Yemek, sos ve salatalarda rendelenerek ya da toz halinde kullanılıyor. Karayipler bölgesinde, özellikle de Grenada’da yetişiyor. Aşırı tüketildiğinde ise halüsinasyona neden olabiliyor. Öyleymiş yani. Esra Dermancıoğlu’nun tek kişilik oyunu ‘Muskat’tan edindim bu bilgiyi. Ama oyun baharatla ilgili değil...
Susturulmuş, bastırılmış bir kadının annesiyle olan hikayesini anlatıyor. Daha doğrusu annesiyle bir türlü barışamayan bir kadının, onu kaybettikten sonra içinden geçenleri dinliyoruz. “Bugün annem öldü benim, dünyanın en mutlu günü” diye başlıyor. Bütün hayalleri, yapamadıkları, sustukları, özgürlük duygusu, Paris hayali, müzeler, sanatçılar ve içinden geçen tüm diğer şeyler. Drama ama komik de aynı zamanda. Hüzün dozunda; şakalar güncel ve yerinde. Bayıldım oyuna. Simsiyah, hiçbir şeyin olmadığı bir dekorda, sadeliğin ortasında, huzurlu ve çok samimi. Dermancıoğlu oyunla ilgili verdiği bir röportajda diyor ki; “Metnin beni en çok etkileyen yanı, içinde barındırdığı tuhaf anne-kız ilişkisiydi…” Tuhaf değil aslında, bizim jenerasyona çok tanıdık. Belki de oyunla yakın bağ kurmamız bu yüzdendir, sevmemiz. Yazar Aksel Bonfil, bizzat Esra Dermancıoğlu için yazmış oyunu; aynı zamanda yönetmiş de. En güzel yanı da 50 dakika olması. Dikkat eksikliğinin bu kadar yoğun olduğu bir çağda, şahane bir süre. Ara yok; dağılma yok, izle ve çık. Mis gibi. Tek kötü yanı şuydu; eğer yüksek bir sahnede oynamıyorsanız ya da sandalyeler basamak basamak yükselmiyorsa; oyuncuyu öndeki kafalardan göremiyorsunuz. Buna da bir çözüm bulunursa; bu minik, samimi sahneler on numara bence.
Bırakın deli desinler, yakışır!
‘Muskat’ oyununu izledikten sonra Esra Dermancıoğlu röpartajlarına baktım. Kendisi biraz ‘deli’ bulunanlardan, malum. Dans ettiği için, güldüğü için, itiraz edebildiği ve eleştirdiği için elbette. Kimi suçlama, kınama tonunda ‘deli diyor’, kimi de iltifat olarak. O ise bir röportajda şöyle diyor mevzuya dair: “Aslında delilik bir noktada benim yücelttiğim bir şey. Biz bence düşünmekten çok korkuyoruz, çünkü kalıplar ve bildiğin bilgi üzerinden yaşamak çok kolay. İnsanlara anormal gelen, onların doğasına aykırı gelen şeyi kabul ettirmek bana iyi geliyor. Görüyorsun ki herkes buna aç aslında...” Böyle delilere çok yakınlık duyuyorum, çok özeniyorum kendi adıma. ‘Ağlanacak halimize gülüyoruz’ mottosunu hayatında uygulayabilenlere de çok hayranım bu arada... Arazlı bir hal belki ama sürekli ağlak olmaktan iyi. Neyse işte, diyeceğim o ki; mutlu insan görmek, mutlu videolar görmek bile bazılarını rahatsız ediyor. ‘Deli’ diyorlar kötücül bir tonla, kınayan bakışlarla. Mutluluktan, mutlu olanlardan mutsuz olan bir güruh var. Geçenlerde sosyal medyada gördüm; sokakta gülerek video çeken kızlara bir kadın sataşmıştı. “Gülmeyin, ayıp, kızlar sokakta gülmez” diyordu. Kendi hayatında ne yaşamışsa, ne kadar mutsuzsa artık, başkaları da mutlu olmasın istemişti. Ayıp bulmuştu bunu. Bizim nesil de biraz böyle büyüdü aslına bakarsanız... En ufak kahkahada ‘Gülme, ağır ol’ diyen ebeveynler sağ olsun, neşemizi içimize kaçırdılar. Ama şimdiki nesil öyle değil; kızlar o “Gülme” diyen kadına, gülerek cevap verdi inatla; “Sen gülme o zaman teyze!” Bu kadar işte. Demem o ki, bir süredir ülkede öyle acı, tuhaf, kötü olaylar yaşıyoruz ki, neşemizi, gülüşümüzü saklar olduk. Herkeste bir ayıplama, kınama, ‘dur şimdi sırası değil’ hali. Delirelim mi yani, n’apalım? Bitmez ki bu ükenin derdi tasası. Geçmesini beklersek, kendimizi unutacağız, iyi olmayacağız. Duyarsız olmayalım ama bir yerde duralım. Birine faydamız olacaksa, bir hayata dokunabileceksek yapalım ama kendi hayatımızdan keyif almaya devam edelim; izleyelim, okuyalım, seyahat edelim, dans edelim, gülelim, birbirimize ve hayata tutunalım. İyi haberlere, pozitif insanlara konsantre olalım. Bırakın deli desinler, bu saatten sonra delilik yakışır bize de!
Belediyeler doğru mu yapıyor?
Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için Şevval Sam ve Hadise’nin alacağı astronomik ücretler sosyal medyanın dilinde. Birine 5, birine 6 milyon ödeneceği konuşuluyor. Miktarlar doğru mu bilmiyorum, sorsan herkes ayrı şey söyler. Şimdi, burada iki ayrı detay var: Birincisi; sanatçıların ücret almasından rahatsız olmamız. ‘Neden bayramda ücret alıyorlarmış’ sorusu abesle iştigal. Doktor, mühendis bir iş yaparken nasıl parasını alıyorsa, sanatçı da alacak elbette. Sanatçının yaptığı işi eğlence gibi görüp ‘bir de para mı istiyosun la’ tadında, gerzek bir yerden eleştiri yapmak çok saçma. Kimse bu işi hayrına yapmıyor. Sahneye çıkıp şarkı söylemek onun mesleği. Öte yandan sahne organizasyonu pahalı şey; orkestrası, ses sistemi vs onlarca detay var, elbette karşılığı neyse ödenmeli. Gelelim ikinci kısma... Hayatın bu kadar zorlaştığı, pahalılığın can yaktığı bir dönemde, belediyelerin bu astronomik paraları ödemesi ne kadar doğru? Belediyeler elbette cumhuriyet düşmanlarına inat bu kutlamaları yapmalı, inatla bayramı en yüksek seviyede, en sevilen sanatçılarla ve coşkuyla kutlamalı ancak halkın ihtiyaçlarına rağmen bu paralar verilmeli mi? Tamam ‘neşemizi kaybetmeyelim’ dedik de, böyle bir devirde büyük israf değil mi bu? Öyle salyalar saçarak, haddini bilmez yorumlarla ve öfkeyle değil... Düşünerek, öneriler getirerek tartışılmalı bu konu.