Helal olsun Çağla Şıkel’e… Bir demeç vermiş; marka merakı olmadığını, pahalı çantalar kullanmadığını söylemiş ya, takdir ettim. Sorsan kimse ‘marka merakım var’ demez. O yüzden bu tür açıklamalara çok prim vermem ama Şıkel’in argümanı sağlam, söyledikleri samimi ve kulak verilesi. Diyor ki, “Bir çantayı aldım, çok para verdim diyelim...
Birinci gün taktım, kızlara gösterdim. İkinci gün, üçüncü ve dördüncü gün o çanta herhangi bir çanta oluyor… Köpek gibi çalışıyorum, parayı zor kazanıyorum. O çanta benim alnımdan döktüğüm teri hak etmiyor..” İşte ‘argümanı sağlam’ dediğim tam burası. Çok doğru, çok haklı. Yanlış anlaşılmasın; marka düşmanlığım falan yok. Çok da severim, zamanında marka çantalara çok para saçmışlığım vardır.
Ama o çantaya sahip olduktan sonra, ‘ne işime yaradı şimdi, değdi mi o kadar paraya?’ dediğim de çoktur. Gerçekten gerek yoktu çünkü. O harcadığım parayla daha çok yer gezebilir, daha çok şey görebilir, başka şeylerin sahibi olabilirdim mesela.
O yüzden Çağla Şıkel gibi çok kazanan isimler, özellikle genç kuşağı kendine getirebilir. Marka çanta için deliren ve her şeyi yapmaya hazır genç kızlara örnek olabilir. Kadın şöhretli, kadın paralı ama o bile bunların peşinde değil, ‘sana ne oluyor kuzum?’ dedirtebilir birilerine. Geçen gün bir arkadaşım dedi ki; “İnsan içine çıkıyoruz tabii ki pahalı çantalarımız olmalı…”
Suratına bakakaldım; “Anlamadım, çantasız çıkamıyor muyuz insan içine?” dedim. Kartvizit olarak görüyor o çantayı belli ki, enteresan bir durum. Maalesef en aklı başında olanda bile algı bu, duruş bu. Köpek gibi çalışan, didinen, işini ortaya koyan insanların zaten çok sağlam bir duruşu var, bir de ‘çantalı duruş’a hiç gerek yok bence. O yüzden bravo Çağla. Çık çık konuş kız!
HAYKO’DAN MÜTHİŞ BİR MÜZİKAL PERFORMANSI
Müzikal deyince bi’ dururum… Hele Türklerin oynadığı bir işse ‘aman aman’ der arkama bakmadan kaçarım. Zira bu konuda müthiş olduğumuz söylenemez pek. Başıma bir şey gelecekse de gelsin valla, durum bu.
Geçen akşam Zorlu PSM’de galası yapılan ‘Jekyll&Hyde’ müzikaline de bu önyargıyla gittim açıkçası. ‘Zaten 2.5 saat dayanamam, ikinci yarıda çıkarım’ diye düşünüyordum. Gel gör ki bayıldım işe, şaşkınım! Bugüne kadar Türklerin yer aldığı en iyi müzikali izledim resmen! Dr. Jekyll’ı canlandıran, başroldeki Hayko Cepkin’in performansını ayakta alkışladım. Ben değil sadece, herkes büyülendi. Müthişti.
‘Kiralık Aşk’ dizisiyle yıldızı parlayan ve herkesin sıradan bir ‘dizi güzeli’ diye baktığı Elçin Sangu’nun yeteneğine şapka çıkardım. Bir konservatuvar mezunu olarak yeteneklerini sergileyebilmesine de sevindim açıkçası. Bravo Elçin’e. İnsan doğasındaki iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için deneyler yapmak isteyen bir doktorun, formülleri kendi üzerinde denemesini ve ‘karanlık’ tarafa teslim olmasını anlatan hikaye; klasik bir gerilim romanından uyarlanmış, ünlü bir Broadway müzikali.
Türkiye’de de hakkı verilerek, gayet iyi yapılmış diyebiliriz bence. Kostümler, dekor, kalabalık kadro, iddialı orkestra derken müthiş bir hikaye izliyorsunuz. Yönetmen Taner Tunçay’ı, müzikalin genel sanat yönetmeni Malcolm Keith Kay’i de kutlarım. Tabii pek çok oyunda olduğu gibi zaman problemi burada da var. Yönetmen, hikayeyle vedalaşamıyor bir türlü. Çok değil, sadece 15 dakika kısa bir oyun olsa, tadı damakta kalacaktı, çok daha etkili olacaktı. Bu da bir seyirci eleştirisi olarak burada dursun.
WhatsApp sen neymişsin meğer!
WhatsApp’ın çöktüğü anlarda Kayseri havalimanındaydık bir grup gazeteci olarak. Uçaktan yeni inmiş, Kapadokya’ya gitmek üzere aracımıza ilerliyorduk... Bir grup gazetecinin, birkaç saat WhatsApp kullanamadığı bir ortamı düşünebiliyor musunuz?
O araçta olmak istemezdiniz bence! Herkes krizde ve kendi çözümünü bulmaya çalışıyordu. Kimi söylene söylene telefon konuşması yapmaya başladı, kimi WhatsApp mesajlarının görüntülerini alıp mail atmaya başladı, kimi SMS üzerinden iletişim kurmayı seçti. Küresel ekonomiye 32 milyon dolarlık darbe vuran bu çöküşün yaşattıklarını görünce dedik ki, ‘Vay be hayat WhatsApp üzerinden dönüyormuş meğer!’ Farkındalığımız arttı resmen ve şunu anladık:
- İş yazışmalarının çoğu WhatsApp’tan yapılıyormuş.
- Onlarca insanla grup kurmuşsun, tek tek yazışmak ne kadar da zormuş.
- Fotoğrafların çoğu da WhatsApp üzerinden paylaşılıyormuş.
- WhatsApp hayat kurtarıyormuş.
KAPADOKYA’DA ‘İYİ BİR YER’
Yukarıda da bahsettiğim Kapadokya’ya neden geldim peki? İmzasını attığı mekanlarda Anadolu mutfağına selam çakan şef Ömür Akkor’un danışmanlığında açılan yeni restoran Nahita’yla tanışmak ve deneyimlemek için! Kapadokya’nın bana göre en büyüleyici oteli Argos in Cappadocia’nın içinde yer alıyor Nahita. Doğuş grubunun yeni markası ve Anadolu mutfağının yeni yıldızı.
Nahita ‘iyi bir yer’ demek. Anadolu köklerinden ilham alan ve beslenen, tarihe ve kültürel devamlılığa saygılı, sağduyuyu tabaklarına yansıtan bir restoran. Yüzlerce yıllık reçetelerden ilham alıyor. Nevşehir patates kızartması gibi patatesin ön planda olduğu tabaklar da, bölgenin peynirleri de dahil; menüsünün yüzde 90’ını yaklaşık 60 km çapında bir alandan tedarik ediyor. Yani yaşamın ve doğanın döngüsüne de katkıda bulunuyor.
Hitit mutfağının binlerce yıllık reçetelerinden ‘Happena’ da var menüde, Anadolu’nun geleneksel tatlıları da. “Mükemmel olmaya çalışmıyoruz burada” diyor Ömür Akkor ve ekliyor: “Sade ve iyi olmak istiyoruz.” Onun sadelik dediği şey aslında mütevazılıktan. Zira o sadelik dediği öyle zengin ki! O gece 60 km’lik alanda yetişen ürünlere ve sofraya gelenlere bakıp şaşırdık. Ne çok çeşit var o 60 kilometrede meğer ama israfa asla yer yok.
Mutfakta Ömür Akkor’un ekibiyle birlikte yörenin insanları var daha çok. Babaannesiyle tarhana yapan, annesiyle pekmez kaynatan, yörenin ekmeklerini en iyi yapanlar buluşmuş. Ömür Akkor onlara öğretiyor, onlar da Ömür’e. Mekanın içecek danışmanı ise lezzet algısı uzmanı Oğul Türkkan. Yaklaşık 11 bin yıldır yaşamın kesintisiz devam ettiği, dünyanın en eşsiz noktalarından Kapadokya’nın en önemli sorunu, buraya gelen turistlerin iyi yemek bulmakta zorlanmasıydı.
Nahita bu açığı kapatmaya da aday. Kapadokya’ya ve Türk turizmine hayırlı uğurlu olsun.