Videosunu izledim geçen gün… Galatasaray-Antalyaspor maçından sonra güvenliği atlatıp soyunma odası koridorlarına kadar giren bir çocuk, karşılaşmada 3 gol atan Osimhen’den ağlayarak amblemli eşofman üstünü istiyordu. Görüntüleri gülümseyerek izledim; Osimhen’in çocuğa cana yakın davranmasına ve isteğini ikiletmeden hemen eşofman üstünü çıkarıp çocuğa vermesine bayıldım.
Eşofman üstünü kapan çocuk öyle hızla uzaklaştı ki, ‘bari bi’ foto çektirseydi, bi’ daha ne zaman bulacak’ diye geçmişti içimden. Çocuğun heyecanına verdim fotoyu unutmasını ama meğer safmışım ben! Bizim gazetede haberini okudum; adı İbrahim’miş bu çocuğun ve derdi başkaymış. Aldığı bu eşofman üstünü 50 bin liraya satmış. Çünkü aslında Fenerliymiş! Tam bir fırlama evet ama ‘aferin’ de diyemiyorum. Sayesinde, bir daha kimse formasını çıkarıp hayranına vermeyecek belki de! Kimse böyle bir dileği yerine getirmeyecek. İyi mi oldu şimdi? Bu neye benziyor biliyor musunuz... İhtiyacı olan birine, senden yardım isteyen birine iyilik yaptığında kandırıldığını görürsün ya, bir daha da yardım etmek gelmez içinden… Tam öyle bir duygu! Bir arkadaşımın başına geldi. Bir kış günü, kar yağarken Gayrettepe metro durağında ayakları çıplak, dilenci çocuk görünce; para vermek yerine gidiyor bot alıyor ayağına giydiriyor çocuğun. İçi rahat, gönlü rahat uzaklaşıyor. Birkaç gün sonra aynı yerde, aynı çocuğu yine çıplak ayaklarıyla görünce enayi gibi hissediyor kendini. ‘Bir daha asla yapmam’ demişti, net hatırlıyorum. Artık benim elim de gitmiyor bilmediğim birine yardım etmeye. İnsanların iyi duygularını yok etmeyi, vicdanları köreltmeyi böyle böyle başarıyorlar işte. Artık kimseye inanmayalım, yardıma koşmayalım, kimseye yardım etmeyelim istiyorlar. Ha forma vermişsin, ha para, aynı şey. Kandırılmışsın! İyi insanları bu hale getiriyorlar işte.
Ne yaşıyorsan, bil ki sen istediğin için öyle!
Uzun zaman önce okuduğum bir kitabı tekrar elime aldım bu ara. Bazen oluyor böyle. Bana iyi gelen, altını çize çize okuduğum bir kitabın sayfalarını yeniden çevirirken buluyorum kendimi. Sonra bir bakıyorum, tekrar okumaya dönüşmüş o iş. ‘Demek ki ihtiyaç var’ deyip devam ediyorum. Piraye Erdoğan’ın ‘Seyir’ isimli kitabını ikinci kez okuyorum. Müthiş bir uyanış kitabı, ‘gerçekten’ yaşama kitabı. Kitap diyor ki; “Her şey ben böyle olduğum için böyle…” Yani ne yaşıyorsan, sen istediğin için öyle! Sistem ya da evren her ne diyorsanız artık; sana diyor ki, “Bana kim olduğunu söyle, sana onu yaşatayım.” Seçim senin yani. Ama karıştırmayın, ‘istiyorum’ ve ‘istemiyorum’ meselesi değil bu… ‘Ol’mak meselesi. Bir şey oluyor ve biz o olana tepki veriyoruz, savaşıyoruz, kontrol etmeye, değiştirmeye çalışıyoruz yani... Hep istediklerimiz olsun istiyoruz. İstemediklerimiz olduğunda hüzün, sıkıntı, acı. E istediklerimizin olmasını beklemek de sıkıntı, acı… Her türlü canımız yanmıyor mu? Demek ki başka bir şey lazım! ‘An’da kalmak mesela, olanı yaşamak. O nasıl olacak? İşte Piraye Erdoğan, ‘Seyir’de bunu anlatıyor. Hep benzer mutsuzlukların peşinde koşan, ilişkilerinde dikiş tutturamayan, kurban rolünden çıkamayan ‘Mina’ isimli bir kadının dönüşümü, hayatı ve kendini keşfedişi üzerinden anlatıyor. Altını çize çize okuyorsun; öğretiyor. Hele şu günlerde, okuyun derim. Erdoğan’ın son kitabı da başucumda; ‘Can Borcu’. “Kendini ikra edene yaşam ikram eder” diyor ve ben sabırsızlıkla bu kitaba geçmek için sayfaları çeviriyorum.
Yaralarımı göstermek gibi…
Malum bu çağda, daha az insan kitaplarla ilgileniyor ya… Kitap demişken, devam edeyim o yüzden. Bir sorum var; o da şu: Altını çizdiğiniz bir kitabınızı başkasına verir misiniz? Ben veremiyorum mesela. Bunun nedenini de, kısa zaman önce okuduğum bir yazıda buldum. Diyor ki yazı; “Altını çizdiğim bir kitabı birine verirken çekinirim. Sanki yaralarımı teslim ediyormuş gibi, sanki ‘bak benim buralarım çok ağrıyor’ der gibi…” Tam da böyle hissettiriyor işte. Yaralarını göstermek istemezsin ya herkese, onun gibi tam. Ben altını çizmediğim kitapları veririm. Hatta okuduktan sonra bir metro durağı olur, bir uçağın koltuk cebi olur, bir kafe olur, herhangi bir yerde bırakırım. Başkası ilgilenirse alsın diye. Yayılsın isterim, iyi gelir. Sizde durum ne? Kitaplarınızı verir misiniz?
Kadınların saçlarla derdi
Hayat o kadar hızlı akıyor ki, uzun saçlarla uğraşmak bazen zor geliyor kadınlara. Sürekli kurutmak, şekil vermek, bakım yapmak usandıran bir iş. Hele yaz geldi mi, saçı kestirmek en klasik kadın refleksi! Ya da kendini değiştirmek istediğinde, önce saçtan başlıyorsun işe. Genelde de pişman olursun kısacık kestirdiğinde ama bunu yapmaktan da alıkoyamazsın kendini, kodlarımızda var sanırım, kadının en büyük dilemması belki de. Kısa saç da ayrı zor ama. Yakıştırmak mesele öncelikle. Yıllar önce Tuba Büyüküstün, sonra da Birce Akalay’ın başlattığı kısacık saç akımı yayılacak diye çok korkmuştum açıkçası. Allah’tan çok beğenilmedi hayranlar arasında (kim diyor, ben diyorum elbette!) ve azalarak bitti. Fakat gel gör ki Birce Akalay yeniden saçlarını kestirmiş! Ne gerek vardı sanki?!! Önce Kemal Sunal’ın ‘Şabaniye’ karakterine sonra Yılmaz Morgül’e benzetildi sosyal medyada. Ne tatlı biri ki, o da gülmüş ve eğlenmiş bu benzetmelere. Allah’tan suratı güzel de, kaldırıyor kısa saçı. Ama rica edeceğim başka kimse yapmasın, o sularda dolaşmasın, akım falan başlatmasın. Ortalık yeterince karışık zaten, durun.